30 Aralık 2014 Salı

Karlı Mukaddime (Şapkalı A Opsiyonel)

                       ► Kaya Project - Eye of the Storm (feat. Omar Faruk Tekbilek) ♫

Yo hayır, "Bak kar, bak!" karesi değil,
Dünyacada "mükemmel" böyle deniyormuş, bak; tefekküre eğil.
Bak, en hunharından en mazlumuna,
Ve kurdundan kuşuna,
Taşından ve toprağından suyuna,
Her şey sevdi kar
Herkes kar sevdi.
"Ne kadar sevsem, kâr." dedi.

Sen de dedin, bir zaman önce.
Hiçbir şey tesadüf değil, dercesine.
"Soldan üçüncü bankta oturup
Sadece izleyerek hayatını geçirmek istediğin"
Sade(ce) hayatını, berrağa yakın yani.
Ya da ne bileyim, "Sade" diye bir kavim vardır.
O dille yaz(amay)ıp çiz(eme)mek istiyorsundur en bir izolece.
Gayet olur sence.
Mars'ta da varmış bir gölün emâresi,
Mesela.
Curiosity buldu geçen daha.
O da ne akıllı araç ha!
"E işte, tamam!"
Senin kavmin neden olmayacakmış?
Yok mu üçü beşe satan?
-Gırla!
"Sadelik" de meşrulaşabilir pekâlâ.
Zaten,
"K"nin kulağı ile burnu birbirini tutmadıkça,
Ve "A"nın tahterevallisi dışa taşmışsa
-içe taşmak oluyormuş gibi-
"R"nin sinsi kuyruğu da satır altına kaçarsa,
Daha yaşayıp yazacak bir "sürü"n var "bir sürü",
Dökeceğin var,
Tamamlanmamışlıktan.
Taneler de başını eğmiş hazır, el açacaklar.
Centilmenlikten.
Eşlik etmeye niyetliler sana duâ duâ şükrederken.
Eh
Hisar'a karşı,
İlk waffle sahası.
"Kaç sene olmuş?" - Altı-yedi.
Dur, dur bi'!
Dinle,
Soldan üçüncü bank da "Çok şükür." dedi.
Eşlik edecek kahve kokulu çarşı.

...

Bana en klişesinden bir fincan verin.
Alelade olacak ama, kupamsı ve derin.
Lessie kafalı köpek,
Tek göz kapağı façalı kedi, kara.
Şiş karınlı karga,
Gelin, duâ duralım.
Duraduralım şuracıkta, rüzgâr serin.

Zirâ hayat,
Akışına bırakış,
Buruksuz gülümseme.
"Zira" da birden sıfat oldu,
Neyse!

Maviye karşı oturup ağlarsak,
"Cüzî iradeliler" göremez bizi.
Sevinemezler.
Yeşile karşı verirsek yüzümüzü,
Kıskanamaz "mümkün"ler.
O zaman çünkü,
Cüzî Olan'ına teslim ederiz o günkü cüzümüzü.


İşte bak;
Şimdi geliyor bir klişe kroşe:
-Aa, ağlıyor musun sen?
Gardını al,
"Ne olmuş?"
Savunmayı izle.
-Yok, merak ettim.
Karşı hamle:
-Yok.
Israrcı anne:
-Biriyle mi tartıştın?
Nakavtını bekle:
"Küllî'ye sığındım?"

13 Ekim 2014 Pazartesi

Kadraj Kırığı

     “Acaba hangisinin parçası bu?” diye bir beden büyükçe düşün palmiye saçlı. Yaşıtın hemen her kız çocuğundaki gibi tadımlık boğum boğum bileğinde isminin yazılı olduğu altın künyen zorlasın büklümlerini. Ensende hareler oluşturmuş, kıvırcık olmayla dalgalılık arasında çetin bir kararsızlık yaşayan, skalada sarıdan açık kestaneye doğru nizam gösteren saçların zemindeki tozları yutsun o henüz maksimum uzunluğuna erişmemiş kollarınla koltuğun altına terk edilmiş fotoğraf karesi parçasına uzanırken.
     “Onu senin değil, benim bulmam gerekmez mi?” sesi, cümle soru edatına yaklaştığınca yaklaşıyor. Artık irkilmiyorsun bile. Gayriaheste doğrulur, olabildiğince yavaş çevirirsin boynunu ve birkaç yıldır aşina olduğun aynı pabuçları görürsün zaten. Hayır, gerisini merak etmezsin; artık tiksindiğini mi yoksa hiçbir zaman umursamamış olduğu mu idrak edemediğin hurda kasketi görmek istemiyorsun.
     -Ah, tabii. Sensiz olmaz.
     Kadraj ünlüsü gülümsesin. Şimdi kesin o kasket de oynamıştır biraz yerinden gerilen yanaklar hasebiyle. Gerilen sinsi yanaklar, sinsice gerilen yanaklar… Dayanamaz olursun olabildiğine kısa hayatına alabildiğine esrar katmaya.
     -Bak, bu onun geri kalanı. Tam sol omzundaki elimden yırtılmış baksana, işaret parmağım burada duruyor. Evet, şimdi harika oldu.
     İnsan bir fotoğrafın kopmuş parçalarını biriktirip karıştırarak onların hangi büyük parçaya ait olduğunu bulmaya çalışmaktan ne anlar ki? Ya çok aptal ve boş ya da çok zeki ve ulaşılmaz. Geçmişinin hatrı sayılır masum sabıkalarına bakılırsa ikinci seçenek, yuvarlak içine alınması gereken.
     Nefret ettiğin yaz mevsiminin eylüle çalan son günlerinden biri daha bitmek üzere neyse ki, yan odanın önünde sağlam birer yalıtım materyaliymişçesine üst üste dizilmiş, kalabalığı delip geçebilen o uğursuz sesi duyduğunda. Şimdi bas bas bağıran bir leylek sürüsünce ses, uğuldayarak sana ulaşmaya çalışacak ve muhtemelen oynanan Kulaktan Kulağa’dan sonra aldığı hal “Haydi gel, gel de kardeşini gör! Hiç mi merak etmiyorsun?” olacak. Ve olasılıksızca, bir kardeş düşüncesi beş yaşında yaramazlığının ve şımarıklığının baharında olan üç tam iki yarım dişli bir erkek çocuğuna ne kadar itici gelse de olmayan köpek dişlerinin yerinde esen yelle hasıl olan boşlukları göstermekten hiç çekinmeyerek ilk kardeş nazarına vurulacak.
     …
     Ne var ki ufaklığın dupduru zihni ve istemsiz masumiyetiyle boş bakan gri gözleri griden laciverte ve lacivertten maviye dönerken de boş bakmaya devam ediyor. Eh, herkesin bir kusuru olur; o da öyle güzel gözlü olmanın cezasını çekecek.
     Hâlâ gaddar.
     Ve cânilik perçinlenmeye amadeyken duruluk, bulanıklığa teslim olmama mücadelesi vermeli.
     Öyle de olacak.
     Asırlık hipotez, kuram olma yolunda bir adım daha atacak.
     On sekiz yaşındaki tüm arkadaşlarının yaptığı gibi çizgi roman okumak gibi ebeveyn takdiri dahilindeki aktiviteleri yapmak yerine o Anne Rice’ın aynı adlıkitabındanuyarlanan –Klişeler tek kelime olsun ona göre.- “Vampirle Görüşme” filminin on sekizinci seansını yeni bitirmiş, “Güzelliği Serbest Bırakma” kitabına kaldığı yerden devam ediyor. Acelesi var, annesi her an niye böyle olduğunu hususundaki sorulara cevap arama işlemine başlayabilir.
     Kaldığı sayfadaki kitap ayracını yerinden oynattığı anda odasından gelen sesi duyuyor. Koşup bakmak yerine sesin sürekliliğini takip etmeye karar verecek. (Süreksizliğini yeğliyor.) Aşağı kata inen demode terliklerin sesleri, bir kez sendeliyor. Trabzanlar biraz sallanıyor. Odanın kapısı aşağı inen süratli gölgenin hışmından biraz daha açılıyor yan odanın kapısıyla eşzamanlıca. Neredeyse küçük bir “n” yapacak kadar kaskatı kesilmiş yatmakta. Soluksuz kalmamış fakat kalbinin çarpıntısı onu oksijensiz bırakacabilecek kadar hunhar.
     O meşhur ilk müdahaleyi annesi yapmakta. Paniğin sebep olduğu el titremesinden kurtulmaya çalışarak doktorun haftada iki kez anlattıklarını teker teker uygulamaya çalışıyor: “Önce yavaşça vücut gevşetilecek, sonra ayaklar baş hizasının biraz altında olacak şekilde yüksek bir materyalin üzerine konulacak ve böylece kan akışı düzenlenmeye çalışılacak. “
     İlgisinden çok kayıtsızlığı tercih edilen bir ağabey olarak yan gözle bakıyor içeriye mutfağa gidiyormuş gibi yaparken. Hırlıyorsa sorun yok. Mırlıyor.
     …
     -Duygudan bu kadar yoksun kalmayı nasıl başardın?
     -Başar(t)ıldım.
     Yapbozun en zor parçalarından birini yerine koyarken sol elinden daha kemikli ve daha geniş ayalı sağ eliyle kızın önüne dökülmüş bir tutam saçı kulak arkasına yapıştırırcasına yerleştiriyor. O anda Flunk’tan Cigarette Burns çalmasını ne de çok istiyor evvelki harekete senkronize olarak. Son içtiği sigara, hayatının en kirli ve zalim işini yaptığı gün paydosta içtiği Kırmızı Winston. Kemikli, nikotin benekli, kafein içerikli parmaklarında can çekişiyor. Ancak ona yakışır böyle leş kokulu bir tütün. Üzerine sinmiş, leşe karışan bir başka ağırlaşmış ölüm…
     -Tek kurtuluşu(m) terk-i diyarıydı onun. Ne o daha fazla acı çekti ne ben ne de (y)aşamasız hayatıma çok sonra dahil olan sen.
     -Kanı temiz miydi?
    -Kan dökemeyecek kadar titizim. Akıtsam da allığıyla bir labirent oluştururdum, simetrisinden. Neyse, biliyorsun zannımca; yastık falan… Kaz tüyü. Obsesifiyim.
     …
     Uzatmasızca, en mutlu anı(sı)nı “ölümsüzleştirmek” istediğinden çağırıyor çapraz dükkandaki fotoğrafçı sefilini eve. Minnacık çocuk, kardeşiyle fotoğraf istiyor; bir kare. Ölümünü ölümsüzleştiriyor, kansızca vücuda gelen “ölümlüleştirme”yle.
     …
     -Hepimiz arındık. Haydi parmağı yerine yapıştır dikkatlice.

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Boğuntulu Telkinler ve Zafer

                                                 ► Radical Face - Welcome Home ♫

       Çok bilmiş bilinçaltına sorsan bin bir çelişkiyle ısıtarak önüne getireceği (t)onlarca hayâl kırıklığın, pişmanlığın ve serzenişin var. Hep birlikte, yüzünün kabakulak olduğun zaman şişen yerinde toplanmış hücûm etmeyi bekliyorlar kafatasına. Ne yapacağını şaşırıyorsun. Taarruza izin versen, (biliyorum, şart kipinden sonra virgül gelmez "normalde") kendine karşı kazanmaya başladığın yarım saygını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaksın.
     -Buraya kadar geldim, bundan sonra pes etmek olmaz. 
     Bir kere göz yumayım diyorsun. Bütün bir gün, hafta, ay can çekişeceğime yapabileceğim düşüncesinin üzerine tipeks çekerken, o bir an nefessiz kalırım; olur biter. 
     ...
     Kapını poyrazda açık bıraktığında içeri üşüşen toz zerrecikleri gibi neşe içinde yuvarlanarak aklını kirletmeyi bekliyorlar zaten onlar da. İçeri daldıkları anda, yanağındaki şişliğin tüm bedenine verdiği rahatsızlık dinecek; orada bir fazlalık oluşmasına rağmen göğsündeki boşluk dolacak. Acı dinecek, boşluk bitecek. Pek âlâ. 
     Sabah kalktığında içinde oluşmasından çekindiğin, haydi nezâketi bırak, tenini dikenlere parçalatırcasına kaçtığın "boğuntu" illetini -suffocation işte, hep diyorum, bazı kelimeler bazı dillerde daha anlamlı ve kapsamlı- atlatmaya başlamışsın, seviniyorsun. Mânevî sürüncemelerin az ve hattâ yok artık. Şükür ki melankoli artık huy olmayacak sende. 
     -Şükret.
     Kime dayanıp kime güveneceğini iyice idrâk etmiş gibisin? Biliyordun da O'nun sâdeceliğini, derin derin yaşıyorsun artık. Daha ne?


     Eskilerin ve eski kalmak isteyenlerin "mâzi" deyip yalnızca plâklar üzerinde andıkları şeyler sende belki bir günlük, aylık, yıllık pörsümeler. Duysa bu eski(ci)ler, sana çemkirirler. Kimse anlamaz içinde ne serzenişe ne isyâna yer olduğunu artık. Derler ki: "Vay, ne güzel de zıt gitmiş hayatla! Evet, bu kafa güzel; bu kafanın gideri var." Söylerler ki: "Tam da beni anlatıyor, sıkışan ruhumu. Deliliğimin mütercim tercümanı." Oysa, sen bu çiçeği burnunda akil-baliğ deliliği alt etmenin ramak kaldısındasın. Bilmezler.
     Delirmeye müptelâymış beşer. Deli gibi olmaya daha çok. Farklı olduğunu sanyormuş meğer, orijinal bedenler uğruna. Tenini yaralarken jiletle, ruhunun beden plasentasıyla bağını koparmak... Önünü ve ardını ayırmak, sinir uçlarıyla sınır uçlarına uçmak. Öyle bir ortası yokluğa meftûn olmuş ki âdem, ne bir ilerisi ne de bir gerisi var artık ketini vuruverecek. 
     -Sen de öyle zannettin bazen.
     Ne kötü. En sevdiğin kırmızı ile başka sevdiklerinin birleştiği noktayı kestirememek, bazen "Astigmatım ben, bulanık görürüm." deyiverip sığ geçememek... "Kesin bir pislik var." kalleşi. 
     Pili bitmeye yüz tutmuş bir el feneriyle otobanlarda aramaya çıktığın duruluğu bulamadığın, kestiremediğin zamanları unutma. Nasıl hırsız zannedilme endişesiyle adımladığını da beyaz şeritleri. 
     ...
     Bir şeyleri sanmaktan vazgeçmeye başladığında çizildi sınırlar. Renk körlüğünün asıl tedavisini çözdün gibi. Ondan bu soyutluğun ve nokta atışların. Doğduğundan bu yana var olan ânın tadını çıkarmayıp "Ne zaman gideceğiz?" sorusu var bir de tabii.  
     Kendini aşarken birilerine de böyle hissetmeyi aşılamak istiyorsun. Biraz güzellik aşırmak hayattan. Sükûnet ve püripaklık gibilerini. Bundan sonra da birkaç kırık zihinle bölüşmek, kırıntılarını yerlere dökmeden ve dahi tabağını sünnetleyerek. Ne kadar değerli olduklarını anladın. 
     O zaman, sonsuz nimete sonsuz şükrü onlara da aşıla. Aşıla ki, aş olsun yüreklerine. 

17 Ağustos 2014 Pazar

Ket Farkı

                                     ► Evanthia Reboutsika - The Railway Station ♫

     Henüz, sekiz buçuk yıldır yaşıyorum. Bir kardeşim olsun diye, âileme sürekli baskı yaptığım dönemlerdeyiz. Atarimin görüntüsü tamam da, sesi hâlâ cızırtılı çıkıyor. Bir herkesin atarisi gibi olmadı.
     Bugs Bunny izlerken havuç yemeyi yeni bıraktım. Kimse Road Runner gibi hızlı koşmuyor çünkü ve Acme muhabbeti tam bir fiyasko. En dürüstü Çakal Coyote, fıtratının gereğini yerine getirmeye çalışıyor sadece. Acaba Amerika gerçekten kahır mı olsa?
     Dün, gazeteden kesip biriktirdiğim kuponların söz verdiği gibi Furby oyuncağım geldi Yay-Sat'tan. Anneannemlerdeyim - ne olabilirdi ki-, heyecanla açtım Förbi'yi. İçimde bir korku yok değildi tabii, zirâ benim teknolojik gereçlerim bozuk çıkar genelde. Şaşırtmadı zaten küçük Förbi de, sesi çıkmıyordu onun da.
     Akşam, mâdem Förbi adam çıkmadı, atariye devam mentalitesiyle oyuna devam ettim hırsla. Bu arada, annemlere yaptığım baskılar sonuç verdi ve annem genelde, atari koltuğunun karşısındaki üçlüde karnı şimşiş yatıyor. İşte şimdi de öyle. Saat 3 olmuş. Uyusam iyi olur. Sıkıldım. Atariyi kapatı...


     *kayıp*




      Bir çocuk için, orta şiddetli bir sarsıntı bile anlık bir hâfıza silimine neden olabilir. Sarsıntının fiziksel ya da psikolojik olması fark etmez. Ya da ikisinin aynı anda zuhur etmesi. Zihin temasları henüz tertemiz olan bir çocuk sarsıldığında, beyazın üzerine kırık beyaz bir şerit çekilir ve Ctrl Z mantığı, bu gibi durumlarda işe yaramaz.
     Marmaralı çocuklarda işte böyle yaramadı işe.
     Yaramadı, çünkü öldüler.
     Kalanlar da sildiler. Beyinlerini kesip atanlar da vardı belki.
     Onlara, suskunlukları ve kafalarında çektikleri kliplerle destek olan diğerleri bir de. Uzaktan bakan fakat hiçbir görüntüyü unutamayanlar. Akdenizliler, Karadenizliler, Doğu, Güneydoğu, Ege çocukları, İç Anadolulular.

 

     Çocuklar aynı anda ne çok şey kaydettiklerini fark etmezler. Akıllarına girerse bir kere, kolay kolay silinmeyeceğini düşünmediklerinden de her şeye en çok ve önce onlar şâhit olurlar.
     17 Ağustos 1999'da, on beş yıl sonra dahi hatırlayacakları, taze nefeslerinden henüz sonuncusunu vermiş oğlunu bağrına basarak bir öne bir geri sallanarak ağıtlar yakan annenin acısıdır meselâ bu şâhitliklerden biri. Faylara teslim olanların yanında, bu tanıklar, bu görüntüyü ilk, evin neresinde otururken gördüklerini
 ne hissettiklerini, çevre enkâzın griliğini çocukâne gözleriyle hatırlarlar. Ellerinde ekmekleriyle bir binalar yığınının önünde göz yaşı silen kasketli amcayı, gazete manşetlerini ve elbette oyuncak bebekleri de bilirler. Yalnızca başı kalanın ya da "geri kalan tek şey statüsü"ne binâen daha sıkı sarılınanın gülümseyen donuk bakışlarını diyorum.

     Sonra, gidenleri anımsarlar bu çocuklar. Görecelidir elbet o gitmekler, gelenleri de hatırlatıyor olabilirler. Ama o kesif memleket ayrılığı kokusunu duyarlar ve bunu vedâzedelerle paylaşırlar. Henüz, doydukları ve doğdukları yerden bir kez olsun - en azından uzun süreli- ayrılmamışlardır, bir "hoşça kal"ın ne kadar yıkıcı olabileceğini tahâyyül edebilirler. Onu düşünebilirler işte ince ince. Olan bitenin ardından yaşanan tüm sansasyonlar da, bir yangının ardından günlerce sönemeyen ağaçların iliklerine işleyen ve günbegün  plastikimsi duyumsanmaya başlanan koku gibi en az bir ertesi yıllarına siner.
   

     İşte bu genel izleyiciyi oluşturan çocukların maktûl, kurban olanlarla yâhut yeni bir hayata başlamaya çalışanlarla aralarında bir ket farkı oluşur geçmişi daksillemek husûsunda. Yıkılan binaların statü göstergesi kot farklarınca, onlar da farklı boyut ve vakitlerde ket vurmaya çalışırlar geriye doğru. Formülün elemanlarından zaman ve yol ise nicelik olarak farklı olduğundan bu iki grup arasında rehabilitasyon süreci de ona göre şekillenir, bir matematiğe dönüşür.

     Travma matematiği.

     Bu ders ise, televizyon ekranlarında beliren hesap numaraları ile tamamlanır. "Yardımlarınız için..."
     Ve arkada, ağıtımsı bir melodi çalar, çalar, çalar.
     Aylar boyunca... Yıllar geçer, yine o-vâri ezgiler duyulur.

     Kurban ve şâhit çocuklar, hemen her yıl telefon ekranına bakmadan girerler 17 Ağustos'a. Mümkün olsa, günün imkânlarına güvenerek bir "atla" tuşuna basmak isterler.
   
   
      Ben, şâhit olan gürûhtandım. Çalışmayan Förbim, annemin yeşil elbisesi, odanın sarı ampulü, oturduğum koltuk, yer yatağı, ağıt annesini gördüğüm balkon ve 37 ekran televizyon, sarı-turuncu atari kasetlerim aklımda, çoğu o günkü hâlleriyle hem de. Bu, kuş tüyü bir servet zihnimde taşıdığım. Servet, zirâ şükrümü perçinler, dünyâyı budar, maddeyi kınar. Zede gürûhun kalbinde taşıdığı tüm acılar, kim bilir onları nasıl yontar?


     Ağustos, Türkiye'de on beş yıldır otuz çeker.



     Yaradan, hiç kimseye "Orada kimse var mı?" dedirtmesin bir daha.


   


     

15 Temmuz 2014 Salı

(Eş) Zamansızlık

                                ► Eternal Tears of Sorrow - The River Flows Frozen ♫
 
     Esâretini başkalarınıa yüklemenin âlemi yok. "Başka"nın âlemi seninki gibi olamaz çünkü, biliyorsun.
     Obsesyonunu başkalara devretmek mi? Böyle bir şey yok. Başka(nın) dünyâ(sı) bir mi seninkiyle? Neden barınamadın? Neden onunla yaşamadın ve onu yaşayamadın öyleyse?
     (Eş) zamansızlıktan.
     Olumsuzluk yeterlik fiiliyle birleşiyordu çünkü. Öyle değilmiş gibi davranıyorsun sadece. Tahâyyül -ne güzel kelime- yürüyemediğin yollara, başka formlarına ihtimâl veremediğin bulutlara, süt liman olmasını istediğin fakat bunun imkânsızlığını çoktan idrâk ettiğin kalplere değmedin ve değinmedin. Ve değmiyor, değinmiyorsun da. Ulaşamadıklarına duyduğun öfke seni ulaşılmaz mı yapıyor? Cidden öyle olmak istediğindan dahi emin değilsin halbuki. Neyse ki, erişilmezlik zirveler için bile sınırlı.
     Cevabı zaten olmadığı için yanıtlayamayacağın sorularla, cevap bulamayacağına kanaat getirdiklerini ve bu konuda ön yargılı olduklarını ilkokuldaki abaküsünün -ne abaküsü be, sayı boncuğu işte- aynı işlevi gören fakat birbirinden bîhaber katlarına yerleştirip katları da odalara ayırdığında, bir parıltı var gibi.
     -Parıltı değil, varsayımlarımın diğerleri için vaha, bir bana çorak adasında serap görüyorum muhtemelen.
     Yine yapıyorsun. Ve yine yapmıyorsun. Ağına takılmayan balıkların cezasını evini kurabileceğin bambulara kesip duruyorsun. Olumsuzların, pozitiflerini sollayarak vücûda geliyor işte yine. Barınak değil, "yaşanak" lâzım sana. (Aynı şey değil "barınmak"la "yaşamak".) Barınmaya gidersen, çaresizliğin elindekileri bir kenara fırlatıp ağrıyıp duran şakakların aklına gelse bile, köşeye doğru yarım adımı tamamlamadan vazgeçeceksin.
     -Balığın ağı bulduğu an.
     Ağa takılmayacak bile ki. Kendi arayacak, bulmak isteyecek. Deniz ona barınak oluyor çünkü, sen yaşamayı istediğin için sana katkıda bulunacak. "Sayın yetkili, İki dakika kadar yaşayabilir miyim?" Kelebekten beter.
     -Bu kez görünse de görünmese de, istese de istemese de olumlu ama; sarı gülen yüzü var ilkokul defteri stickerıvâri.
     O, bunun için kilometreler aşmayı düşünüyorken, senin sindiğin köşeden kalkman üç adım?
     ...
     O adımlar ne, biliyor musun? Tutsağıymışsın gibi davranıp yolunu kestiğini düşündüğün, arkasını görmen bahanesiyle sadece kendi ile biraz ilgilenmeni isteyen her şeye açtığın kucak; mâkûlü ve makbûlü olacakken mağduru ve maktûlü olduğun yer yüzüne atacağın ve en önemli belgeye karaladığın için değiştiremeyeceğin, bunu da, istemeyeceğin imzan.
     Herkes gibi hissettiğin kalıcı olmak konusunda yapabileceğin en güzel "öz iyilik". Dünyâda, âlemde "öz" ile başlayan her birim gibi, senin yapı taşlarının formülünü etkileyecek eleman. Şimdiki etkisizle dört işleme bile girmesine gerek kalmayacak, gidecek. Etkisizliğini anlayıp.
     Böyle böyle (kararınca) umursamaz ve yeterince (ön) yargısız oluyorsun.
     -Kıvâm.
     Bittabî. Hepsini birbirine ve kendine yedirdikten sonra bakarsın, tutmak zorunda.

   

13 Temmuz 2014 Pazar

Günlük Yürüyüşleri Potasında Eriten Deparlar

                                                      ► Can Gox - Melancholy Man ♫


    Eskiden bu kadar ivedî, bu kadar hoyrat  değildin sevgili vakit. Sıkılırdık, ''Geçse.'' derdik. Anlık da olsa söylerdik, söylenirdik. Zirâ tuzlu kahveyi sessizce yudumlayan bir damat adayı perverdeliği mevcuttu sende.
    Aynı değil miydin? Yoksa biz mi farklıyız artık sevgili vakit? 
    Hoş, hiç uyuşamadık seninle. De... Ne senin aklına gelirdi bana yetmeyeceğin, ne de benim tahâyyülüm olabilirdi seni erken yakalayacağım.
    Bütün gün otursam, günlerce boş olsam, hiçbir şey yapmasam bile geçip gider oldun çabucak. Sana nankör cümleler kuramaz oldum artık sevgili vakit. 
    Ne yaşlanıyorum hissimden şu yakınmalarım ne de günümü yaşayamıyorum derdinden. (Bu ne...ne kalıbı harikûlade etkili, insanı hemen Montaigneleştirebilir, bahtımız benzemesin.) İçimdeki boşluk, tavan arasında cirit atan fareler gibi; ekran parazitleri, çocukları korkutan reklâmlar gibi.

-Küçükken ellerini yıkamayan çocukların hazin sonunu gök gürültüsüvâri sesler arasında anlatan jingleları hatırlar mısın? (Another Brick In) the Wall'un kıyma yapılan çocuklarından bile beterdi.

    Artık, '' Kendim için yapmak istediklerimi erteliyorum.'' düşüncesinden çok ''Sevdiklerimi daha fazla sevmek istiyorum, sevmeye daha çok zamanım olsun.'' düşüncesi zihnimi meşgul eden. 
    Öyle hızlısın ki artık; eskiden beş yıl önce yazdığıma çizdiğime bakıp kendimi alaya alırken şimdi iki hafta, iki gün, iki dakika önceki ''ben'' i sevmiyorum. Hissedemiyorum bir duyguyu en derininden cânım vakit.
    Ya da...
    Ya da her şey beynime bir ok gibi saplandıkça nakış nakış işleniveriyor anında, ruhumda sofralar kuruveriyor hepsi tepsi tepsi.
    Bugünün işini hep yarına bırakmış gibiyim.
    Bugün tamamlasam da her şeyi; yerli yerinde, saati saatine yapsam da eksik, yarını yok. 
    Günlük yürüyüşlerimin senin deparında kayboluşu bu. 
    Belki de bazen ruhum kokuşmuş. 

16 Mayıs 2014 Cuma

Göçük Prens

     "...Büyükler rakamlara bayılırlar. Diyelim, yeni arkadaşınızdan söz ettiniz; asla işin özünü merak etmezler. Örneğin, "Ses tonu nasıl? Hangi oyunları seviyor?..." diye sormazlar asla. Onun yerine, "Kaç yaşında? Kaç kardeşi var? Kaç kilo? Babası kaç para kazanıyor?" derler. Onu ancak bu şekilde tanıyacaklarını sanırlar. Büyüklere, "Kırmızı tuğlalı bir ev gördüm. Pencerelerinde sardunyalar, çatısında güvercinler vardı..." derseniz eğer, bu evi bir türlü gözlerinin önüne getiremezler. Onlara denilmesi gereken şudur: "Milyonluk bir ev gördüm." İşte o zaman, "Ah, ne kadar güzel!" derler size."

     



     Küçük Prensivari bir şeyler karalayan Antoine de Saint-Exupéry, her okunduğunda "Cidden öyle!" nidâlarına sebebiyet veren bu satırlarını mürekkepleyip atıvermiş zihinlerimize ve yüreklerimize belkifikadaruzakolmayan ama epey ırak bir vakitte. Şaşırtıyor, hemen her gün gark olduğumuz sayı basamaklarını hatırlattığından, ondan çok, her gün onlara "Haydi, gel!"li kucaklar açıp nasıl göz yumarak birlikte yürümek istediğimize. Şaşırtıyor.

     Her daim yol çalışmasında olan turuncu fosforluların yanından geçiyorum yine bugün. Sigara tüttürüp çapa atıyorlar. Atışıp gülüşüyorlar, samimiyetten ölecekler.
     Pek çok an dünyeviliğe kapılıp giden geri kalanlara bakıyorum. Sigara tüttürüp telefonla konuşuyorlar. Surat asıp küfrediyorlar, yalnızlıktan ölecekler.
     Dâhil olduğum o güruhtan kendimi makaslayıp gelişigüzel hayata yapıştırıyorum. Sigara içip telefonla konuşmuyorum. Kulaklık takıp derse gidiyorum. Ben de yalnızlıktan öleceğim.

     Turunculuların birtakım sarıca alalıları kuytularda. Sigara içip telefonla konuşmuyorlar. Kulaklık takıp derse yetişmek de yok, ne âlâ(!) Baret takıp fener açıyorlar, ama onlar galiba havasızlıktan ölecekler.

     Dur bir dakika.
     Zaten ölmüşler.
     Ölmüşler de haberim, haberin, haberimiz olmuş. Çünkü iki değil, iki yüzlermiş onlar. Bir karıncanın tüy canına kast ederken barınak hayvanlarına göstermeye çalıştığı -o da yalnızca bu kadar, belki cidden "gösterme"liktir- özeni gözetmeyen insan, ikisini değil, yüzünü düşünmüş. Yine.

     Çünkü mesela o yüzün biri, bir çocuğun babası olabilirmiş ve o çocuğa da bak ki kendininkinin sınıf arkadaşıymış. "Babası ne kadar kazanıyor?" arkadaşı.
     Yahut kendininkinin hayatını paylaşacağının babasıymış o fosforlu. Tabii aynı zamanda "Ailelelerimiz denk düşmez." karısı, kocası.

     İki yüzü hatırlarız, iki yüzümüzle.
     Çünkü bizim neon kabartmalı tabelalarımızın maliyetine bile denk gelmez birinin varlığı.
     Birinin ruhu birimizin kontak anahtarını karşılamaz.
     Bedeni zaten hak getire.

     İki yüzü hatırlarlar.
     Zira belki anca iki yüzü karşılar bizim pahalı ruh ve bedenlerimizin ederini.

     İşte bu yüzden her birimiz sataşacak yer ararız. Defolu yüreklerimizin açıklarını yamayacak bir başkasını bulmak adına. Düşünmeyiz lâkin o yama daha da belirginleştirecek hatayı kusuru, yama üzeri yama; yama kare, yama küp... Yüreğimizin karalığı elimize yüzümüze bulaşacak.

     -İşte yine rakam. 


      Çoğu gün, yüzüne bakılmayan bir yol kenarı fosforlusunu anca ona denk iki yüzü (200) ile hatırlayacak oluruz hâyâsızca. Oysa onların görünen karalığı yalnızca kömür karasıdır. Cüz'i aklımızla idrâk edebileceğimiz, en azından ilk başta bahsini edebileceğimiz, yegâne siyah budur.


      Biz büyüdüğümüzü rakamların sayılara dönüşmesinden ve sayıların da gittikçe sonsuza yaklaşmasından anlarız. Biz büyüdükçe ve büyük olmaya başladıkça renkler gider, denkler kalır. Sesler uçar, esler parlar. "Dur"lar, "sus"lar... Canların bittiği yerde "lan"lar "biter".

      O yüzden, yapma bana özeleştirisiz düz eleştiri. Yapmayayım sana hakaret ve küfürlerden bir aranjman. Yormayalım kendimizi, birbirimizi. Nasıl olsa bir kocaman rakam daha buluruz bahsini edecek, bitirmeyelim takâtimizi.

     Her şeyi hadsizce yok etmeye çalışırsan, hiç, "O adam değil, mantarın teki!" diyen Küçük Prens olamazsın işte. Bahtsızca kıyasa tuttuğun yer altının çocukları ile Doğu'nun çocukları, sen bunda direndikçe ortak kara parantezine alarak boğarlar seni, bizi bir kaşık kanda.

     Ve biz hiç "Eğer dostumu unutursam, rakamlardan başka bir şeyle ilgilenmeyen büyüklere benzerim."leri üzerimize alınarak sosyallik ve popülerlik sağlayamayız hiçbir platformda, he mi? Yine paranteziçiünlem.

     Ve birini değil ancak binini para ettirebildiğimiz göçük kalpleri bozdurup harcarken biz, hep "O adam değil, mantarın teki!" denilenler oluruz.

     Varsın olalım.
     Bizim rakamlarımız var bir daha sayacağımız.

   

   

31 Mart 2014 Pazartesi

Pekâlâ Lafını Severim

     Bir doksanlar ezgisi aç ve çaldığının kaset olduğunu düşün. 

     Tanıdın mı? 


     Nostalji Kitabı


     Neredeyse, "lise dönemi" diye adlandırılan asıl haşarılık evresine gelinceye kadar okul masasından dirseğini kaldırarak parmak kaldırdığı vâki olmayan, teneffüslerini hep rutin "idareciliği"yle yönetip lavabosuna ve kantinine uğrayarak sınıfa geldikten sonra öğretmen bekleyen, ilkokul modasına çoklukla riayet ederek küt saç ve mavi önlüğün fiyonklu eteğiyle ve bir de göreceli tombişliğiyle sevdiğin. Kilitli hatıra defterine sıra sıra maniler yazdığın. 
     Pek kız çocuğu gibi değildi oyunda, evcilik yerine saklambacı tercih edebilirdi ya da çamurla yemek yapmak... Hobisi idi tabiata batmak. Sevmese de ama, evdeki tüm şemsiyelerle hayâli evinizi kurmanı istediğinde saatlerce oynardı seninle evciliği. Sen* anne olmak istesen o baba olurdu; önemli değildi, arkadaşlık onurdu. Ne de olsa bitecekti bu oyun sonunda; bu, oyundu sonuçta. 
     Milenyumun ortalarında dirseği okulun sıralarına yamalanmaktan kurtulur olmuştu, evet. Hatta bir hayli hayâlî "kural ihlâli" yapardı gömleğini dışarıda tutup münasip adedinden fazla bileklik takarak, süslü gibi falan yani. Sen çok severdin, gelip sorardın. Sonra yokuş boyu yürürdün birlikte ve hatta alabildiğine. O zamanların "farklı" sı idealdi senin için; fırtına, buhran, bahar gibi kelimeleri daha hızlı tamamlamaya başladığın(ız) zamanlarda.
     Bir gün, bir şey(ler) oldu. "Gerçekten çok severim, çok iyi kız", "rol yapmaya" başladı âdetâ. Fakat yeteneği varmış ki bir hayli olumlu tepki aldı "performansını hayatına taşıdığında". Bazıları değerlendirmesini orta oyunu tadında yapıp meddahlığa soyundu. Beklemedikleri, beklemediğinde, hiç bekle(ye)meyeceği şeyler söyledi, şaşırdı "gerçekten çok severim". Sevindi. Kendi adına değil; bunlar; karşı tarafa sevinç nidâlarıydı ve gece tarifesini açmıştı "çok severim", fazla yazsın da fazla neşe ödensin diye. Fakat işte, başka ummadıkları da ummadığını gösterdi, iyi mi? Yelkenleri suya kolay indirir bu, düşüncesiyle herhalde, kaybetmelerden çekinmeden hazımsız bir kürekle atarlarını açıp içlerine gömeceği kaypak solucanlar yerleştirdi. Üzerlerine de birkaç etiket yapıştırdı ki hatırlayıp hatırlayıp kinlensin: "Çok iyi kız(dı), cidden severim(di): Artık sevmeyebilirim, değişti." 


     Oysa Kitabı


     İyi mi kötü mü, aslını tahâyyül edemediğiniz bir başka boyutta göreceğinize ikinizin de özünde inandığı kız, hiç değişmediydi aslında. Aynıydı hep beya! Sağ gösterirken sol vurayım demedi, diyene kızmadı. "Bir gün ben de yapabilirim aynını, onu bana kınatma Allah'ım!" diyerek kız(a)madı. Küsmedi de hem. Zaten çok iyi kız gerçekten çok severimdi ve zaten "çok iyi biri çok severim"ler pek dargınlık, kızgınlık bilmezdi. Dertleri arıtıp şebekeye yollar ve kendi de yenilerine yelken açmak üzre fabrika ayarlarına geri dönerdi. 
      Aslında, onu olduğundan farklı görmeye çalışan hep sen oldun üzerinde "O da öyle düşünüyordur." hegemonyası kurup tüm arkası sağlam bürokrat düşüncelerini yanına alarak. Korktuğundan değil asla ama, kırıcılık tehlikesini bertaraf edebilmek adına ses etmedi. Sen onu defalarca kırsan da -kırdın değil, farz-ı misâl, ki zaten artık önemli de değil- o sana "rol yaptı" kırmamışsın gibi. Bu yöntem cidden işe çok yarıyordu, öyle ki kendi bile kırılmadığını sanıyordu! Zaten atfedilmiş bir rolü ve kazanılmış bir unvanı vardı. Onlardan yana, senden yana, sizden yanaydı o; onlar kim, sen kim, siz kim bilmese de, haberi olmasa da. Bir baş, bir baştı. 


     Yakın Kitap


     Sen, o "Sen özgürsün kardeşim!"i ihtiyaç dâhilinde sarf ettiğinden ve sevdiğinden ona akıl danışan değil, aklını kaybetmiş muâmelesi yapan oldun. Başka yönlendirmelerle, seni sun'ice uyaranlarla, alıcılarınla onun sinir uçlarına dokunarak onları zedelemeye çalıştın bir küçük ütopik Matrix müsabakası misâli. Şaşırmadı. Zirâ sen yine, çeyrek asırdır yapman istenenleri yaptın. 

     Aslında o hiç değişmedi; sadece sen onu görmek istemedin senelerce. Or(t)ada dursundu yeter o, istediğin gibi şekillenebilirce. Gerçi şekillenmedi hayret, ama yine de kelâm çıkmıyordu ondan, iyi. Daha çok uğraşırdın. Defalarca yaptığın gibi, "in case of any tartışma ortamı"nda taktığın mâlum hayvanlı gözlüklerinin -ki çok severim- trendy kalın çerçeveleriyle onu ezerek şekillendirmeye çalıştın, belki çalıştırıldın. Şimdi, bu irtibatı sağlamak için gerekli yakın mesafe ve voltaj değiştiğinden "n'oldu sana, ne yapıyorsun yaftası"nı tek kurşunla mıhlamak istiyorsun onun alnının çatına. 
      Savunduğun şey teorik bir kardeşlik iken belki, doğduğu şehirden dolayı pratikteki "oralıları da hiç sevmemelerin"i belki haddi olmayarak -yo, görevi bile aslında- yontmaya çalışan "gerçekten severim"i şimdi hiç maskelemediğin -belki de bu iyi yanı- kardeşsizlik (g)özünle hakaretlerinin ve dahi küfürlerinin içine kattın. "Hocalı ve müftülü" bir "background"dan geldiği için bir ilmihâl kitabı gibi gördüğün "cidden iyi kızdır"ı, günlük yaşamından soyutladığın -senin suçun değil ama devam ettirmen senin suçun- ibadet hayatının hayâli ama "aman yaftalanmayalım korkusu"yla bayağılaştırmaya çalışarak kullandığın bir fıkıh menşeyi olarak gördün kendi kurallarını oluştururken. Yalnız o, kendini hiçbir zaman yeterli görmediğinden bu hususta, hep bir delil peşinde telefonlara sarıldığında gülümsedin, cidden yardım etmek istediğini hazmederek o zamanlarda, tebessüm ettin. O birkaç saniyelerde şimdiki gözleri hakaret ederli buruk dudak kıpırdatmalarından eser yoktu. Çünkü onun da "şimdiki hâli"nden eser yoktu!


     Asıl Kitabı


     Vardı -müstakbel bir hitap sözcüğü bulamadım da henüz-. Bal gibi bildin olduğunu da hep, sözde soyutlar somutlaşmadığından kabul etmek istemedin. Arkalardan konuşmak için beş duyudan yalnızca birine hitap edebilir bir parça yetermiş demek ki şahsına, bir de bunu anlattın. 
     İşte böyle büyüdü zamanın kimleri ve böyle perçinlendi kinleri. Hiçbir perçin açılamaz değil gerçi, lâkin hakîkî de olsa sun'î de, beslenmeden duramıyor(du) işte kin. Diktiği damarları hışımla yırtarak içine salıverdiği mutant solucanların akîbetini bir an evvel görmek istiyordu. Onlar, "çok severim"in testlerde pozitif çıkan ısrarcı niyetlerini bitirip semirmedikçe kahroluyor, iki dakika önce ölümsüzlük adına bıraktıkları sigaraları birer kez daha sarıyorlardı. Ne var ki, "gerçekten çok iyi kız"ın kanında vardı gereksiz olumluluk ve solucanlar, gözleri dönen taraf askerleri gibi bitirmeye çalışırken onları, gömlek patlatarak öleceklerdi. 
     Gerçekten, seni de onu da kulluğundan ötürü sevmişti -kuğulluğundan değil!- ne olursa olsun, inanmazsanız "yetkili" bir hücreye sorun. Yalnızca "değiştikten sonrası"na ait olmayan duygularla, onları kaybetmediğine şükrederek sevmişti -kip, duyulanın hikâyesi zirâ bunların olabildiğince mazide kalması gerekiyor artık-. Kardeşlik kopucu değil, iddialı bir bağ var ortada. Öte yandan, zedelense de halat; öte yandan zedelense de halat, koparılmaya çalışılsa da ve hatta iş eğitimi ödevi için kesilen kontraplak gibi acı acı bağırsa da imhâ olmadı, olmayacak. "Çok severim"in -ve herkesin- ödevi/görevi olduğu için o da koparmayacak onu. Günahım kadar sevmem, raddesine getirsen de her şeyi gözlerini bir noktaya dikip transa geçerek ve yaptıklarını başkalarına mâl edip "herkes herkesi kendi gibi zannedermiş ataları"nı haklı çıkararak, bu böyle. 


     Birinci Tekil Şahıs Kitabı


     Uhrevî iddianı sürdürdüğün sürece kardeşimsin "ben de seni çok severdim". Ama artık cidden, ben de seni çok severdim. Lâkin, "yok değildir", "öyle yapmamıştır" ve "yanlış anlaşılmıştır" aktörlerini izlemem birer vakit kaybından öte değil artık bana. Nefret ile ayak uyduramama arasındaki ince çizgiyi nefse yedirmeyeye çalışarak, bir "Ben de bir şeyler söyleyeyim!"li değil, aksine "Şimdiki suskunluk âtîye sirayet edebilir mazallah." startı ile yine kısa tutamadığım heceler bunlar. Sen de takılırdın hani, "Yine susmamışsın."larla. Hatırlamak istersen, işte onlardan.



     Ben yine severim seni, belli etmem. Derdinle derlendiğimi belli etmeyip mevcut ögeleri hard diske atarak bir tasaya daha hafıza açtığım gibi.
     Sen yine sever misin beni, bilemem. Hâlihazırda sevemezsin ve sevmiyor gibisin. Israr edecek değilim, geri dönüşüm kutusunda bile kaldıysam bir şeylerle, orayı da boşaltabilirsin. 
     Lâkin artık, son bir ortak noktamız var olumsuz: Artık birbirimizi anlayamayız, öyle gibi davranamayız -zaten sen hiç denemediydin-. Anlamaya çalışsak benden taviz istersin, batarız. Kapasite üstü kapitülasyonlarla tutuşan bir gemi gibi batamadan yanarız. Kaldı ki, artık literatürde olmayan hayâlî bir geç gençlik döneminde olmamız hasebiyle, dönemeyiz de. 
     Ben "eyvallah" derim,kendimle çelişmemek ve kendi kendimi sindirmemek için "Yolun açık olsun!" demem belki ama "Allah seni korusun." derim, daha güzel. Bir gün gelirsen, seni bana asla vermez göründüğün eli de sana uzatırım. Zirâ küfrünü yedirmek değil benim görevim, fark ettirmek sadece. Fakat, ülkene can cekişerek sığınmış gariplerin şahsına niçin rahatsızlık verdiğini çözemedikçe "ben de seni severdim", artık konuşamayız doğru düzgün, keyiflice.
     
      İşte böyle bir drama ötesi trajikomedi. Bil bakalım, standı kurdurup o son mıknatıslı balığı elleri titreyerek oltaya taktıran neydi? 

      Herkesi mutlu etmeye çabalama!
     Artık kardeşim, senin mutluluğuna duâ ederim, mutluluğuna uğraşan ben olmasam da biri olsun ama bizimki gibi solucan garnitürlü olmasın diye dil dökerim oyunun sonunda. Zirâ bir şeye hep inandım, inanıyorum ve ondan sapmamak için çırpınarak inanacağım inşallah. Zorum mu ne? Çünkü "O", bana senin kardeşim olduğunu söyler - sen aksini iddia etmedikçe- ve şöyle der: 

     "Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah'a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin." (Hucûrat, 10) 


     Hatırladın mı? 


     *sen: İkinci çoğul şahsa zamir aktarması ile kullanılmıştır. 







      Görseller: Instagram (@miskiamber)




2 Şubat 2014 Pazar

Selli ve Yelli Ocaksı Şubat

     



     Tempo Dergisi Barış Manço Özel Sayısı biri ve diğeri 3-9 Şubat 2000 Temposu, bir yıl sonra.
     İki kuzen devasa müzikçaların başına oturup 7/18 filan Mançoloji dinlediğimiz günler ve bir kısım geceler. Birimiz sekiz ve diğerimiz onuz.
     On beş yıllık neredeyse her karışını ezberlediğim dergilerle, Barış Manço Vapuru'na tatil hasebiyle İstanbul'da olmamamdan ötürü binemediğim 2 Şubat'ta ben de en güzel dergilerimi okurum senin hakkında, duâ ücretle mi hâşâ, değil mi ya! Zaten sen de bilirsin öyle olmadığını abicik. "Dört kitaptan başlayalım öyleyse gel söze: Orda öyle bir isim var ki, o kuldan öte kuldan ziyade; O'na sığın, O'na sarıl; O senden öte benden ziyade." dersin değil mi?
     Ben, sokakta ip atlıyor olsam yine, saat ikindinin dördünü işaret ettiğinde fırlarım eve "Barış Manço ile 7'den 77'ye" izlemeye. Kızlar Çılgın Bediş izleyeceklermiş, bana ne. Çünkü benim Oktay'ım sensin.
Sonra meselâ, aman işte klasik hatırlatmalar deme, Zambia ile Zimbabwe sınırını takvimin 97'sinde başka nerde göreyim?
     Senden başka hunharca hızlı konuşan başka bir ağzı anlamak için çaba göstermeme gibi bir lüksüm yok artık. Bir de şarkıların üçüncü dörtlüklerinin Barış'ı, "sapa kulba kapağa itibar etmeyen dost" bulmak imkânsız artık, dersem sana abarttığımı sanma. İçi boş tencereye asla tahammül edemeyiz vesselâm fakat içi boş insanlara inanılmaz iltimaslarımız var zirâ biz artık pek dolu değiliz galiba.
     Magazin servislerini sevmezsin, sana on beş senelik bir televole valeliyorum da zannetme aman, 1999-2014 Arası Sözde Çağdaş Türkiye ve Dünya Tarihi dersimin yazılısına çalışırken sesli çalışıyorum say. Çünkü sen karşıma oturur kuzu kuzu dinlersin. Çünkü sen kuzu olmayı kurtluğa tercih edecek tek adamsın. Japon devlet erkânını boynuna yapıştırabilecek biri de yok galiba şu anda.
     Bir de farkındaysan, bende hâlâ geniş zamandasın; görülen ve duyulan geçmişlere lüzum yok.
     Şimdi babam dergileri görüp "Ne delirmiştiniz ya!" diye kendince yâdlarda bulunacak ve annem "Düşüsene, on beş yıllık dergi bunlar!" dedi bile.
     Ve hâlâ, tartışanların paydasını seninle eşitliyoruz.
     Bir de, millet "7'den 77'ye" diyeceğine "7'den 70'e" diyor, sinir oluyorum.
     Bil istedim.
     "Ne yazsam eksik kalacak"ım(ız)sın.
     Onu da bilelim ve "giyelim en güzel giysileri".
     Memleketimin sele teslim olduğu ve senin -hüsn-ü talillice- "yele" o gece, televizyonda sana ödül veren adam kadar fizikçe değil, kimyaca yakınız hepimiz sana. O günü unutalım, değil; buluşacağımız günü bekleyelim "çocukluğumuzun geçtiği o eski mahallelerde"