31 Mart 2014 Pazartesi

Pekâlâ Lafını Severim

     Bir doksanlar ezgisi aç ve çaldığının kaset olduğunu düşün. 

     Tanıdın mı? 


     Nostalji Kitabı


     Neredeyse, "lise dönemi" diye adlandırılan asıl haşarılık evresine gelinceye kadar okul masasından dirseğini kaldırarak parmak kaldırdığı vâki olmayan, teneffüslerini hep rutin "idareciliği"yle yönetip lavabosuna ve kantinine uğrayarak sınıfa geldikten sonra öğretmen bekleyen, ilkokul modasına çoklukla riayet ederek küt saç ve mavi önlüğün fiyonklu eteğiyle ve bir de göreceli tombişliğiyle sevdiğin. Kilitli hatıra defterine sıra sıra maniler yazdığın. 
     Pek kız çocuğu gibi değildi oyunda, evcilik yerine saklambacı tercih edebilirdi ya da çamurla yemek yapmak... Hobisi idi tabiata batmak. Sevmese de ama, evdeki tüm şemsiyelerle hayâli evinizi kurmanı istediğinde saatlerce oynardı seninle evciliği. Sen* anne olmak istesen o baba olurdu; önemli değildi, arkadaşlık onurdu. Ne de olsa bitecekti bu oyun sonunda; bu, oyundu sonuçta. 
     Milenyumun ortalarında dirseği okulun sıralarına yamalanmaktan kurtulur olmuştu, evet. Hatta bir hayli hayâlî "kural ihlâli" yapardı gömleğini dışarıda tutup münasip adedinden fazla bileklik takarak, süslü gibi falan yani. Sen çok severdin, gelip sorardın. Sonra yokuş boyu yürürdün birlikte ve hatta alabildiğine. O zamanların "farklı" sı idealdi senin için; fırtına, buhran, bahar gibi kelimeleri daha hızlı tamamlamaya başladığın(ız) zamanlarda.
     Bir gün, bir şey(ler) oldu. "Gerçekten çok severim, çok iyi kız", "rol yapmaya" başladı âdetâ. Fakat yeteneği varmış ki bir hayli olumlu tepki aldı "performansını hayatına taşıdığında". Bazıları değerlendirmesini orta oyunu tadında yapıp meddahlığa soyundu. Beklemedikleri, beklemediğinde, hiç bekle(ye)meyeceği şeyler söyledi, şaşırdı "gerçekten çok severim". Sevindi. Kendi adına değil; bunlar; karşı tarafa sevinç nidâlarıydı ve gece tarifesini açmıştı "çok severim", fazla yazsın da fazla neşe ödensin diye. Fakat işte, başka ummadıkları da ummadığını gösterdi, iyi mi? Yelkenleri suya kolay indirir bu, düşüncesiyle herhalde, kaybetmelerden çekinmeden hazımsız bir kürekle atarlarını açıp içlerine gömeceği kaypak solucanlar yerleştirdi. Üzerlerine de birkaç etiket yapıştırdı ki hatırlayıp hatırlayıp kinlensin: "Çok iyi kız(dı), cidden severim(di): Artık sevmeyebilirim, değişti." 


     Oysa Kitabı


     İyi mi kötü mü, aslını tahâyyül edemediğiniz bir başka boyutta göreceğinize ikinizin de özünde inandığı kız, hiç değişmediydi aslında. Aynıydı hep beya! Sağ gösterirken sol vurayım demedi, diyene kızmadı. "Bir gün ben de yapabilirim aynını, onu bana kınatma Allah'ım!" diyerek kız(a)madı. Küsmedi de hem. Zaten çok iyi kız gerçekten çok severimdi ve zaten "çok iyi biri çok severim"ler pek dargınlık, kızgınlık bilmezdi. Dertleri arıtıp şebekeye yollar ve kendi de yenilerine yelken açmak üzre fabrika ayarlarına geri dönerdi. 
      Aslında, onu olduğundan farklı görmeye çalışan hep sen oldun üzerinde "O da öyle düşünüyordur." hegemonyası kurup tüm arkası sağlam bürokrat düşüncelerini yanına alarak. Korktuğundan değil asla ama, kırıcılık tehlikesini bertaraf edebilmek adına ses etmedi. Sen onu defalarca kırsan da -kırdın değil, farz-ı misâl, ki zaten artık önemli de değil- o sana "rol yaptı" kırmamışsın gibi. Bu yöntem cidden işe çok yarıyordu, öyle ki kendi bile kırılmadığını sanıyordu! Zaten atfedilmiş bir rolü ve kazanılmış bir unvanı vardı. Onlardan yana, senden yana, sizden yanaydı o; onlar kim, sen kim, siz kim bilmese de, haberi olmasa da. Bir baş, bir baştı. 


     Yakın Kitap


     Sen, o "Sen özgürsün kardeşim!"i ihtiyaç dâhilinde sarf ettiğinden ve sevdiğinden ona akıl danışan değil, aklını kaybetmiş muâmelesi yapan oldun. Başka yönlendirmelerle, seni sun'ice uyaranlarla, alıcılarınla onun sinir uçlarına dokunarak onları zedelemeye çalıştın bir küçük ütopik Matrix müsabakası misâli. Şaşırmadı. Zirâ sen yine, çeyrek asırdır yapman istenenleri yaptın. 

     Aslında o hiç değişmedi; sadece sen onu görmek istemedin senelerce. Or(t)ada dursundu yeter o, istediğin gibi şekillenebilirce. Gerçi şekillenmedi hayret, ama yine de kelâm çıkmıyordu ondan, iyi. Daha çok uğraşırdın. Defalarca yaptığın gibi, "in case of any tartışma ortamı"nda taktığın mâlum hayvanlı gözlüklerinin -ki çok severim- trendy kalın çerçeveleriyle onu ezerek şekillendirmeye çalıştın, belki çalıştırıldın. Şimdi, bu irtibatı sağlamak için gerekli yakın mesafe ve voltaj değiştiğinden "n'oldu sana, ne yapıyorsun yaftası"nı tek kurşunla mıhlamak istiyorsun onun alnının çatına. 
      Savunduğun şey teorik bir kardeşlik iken belki, doğduğu şehirden dolayı pratikteki "oralıları da hiç sevmemelerin"i belki haddi olmayarak -yo, görevi bile aslında- yontmaya çalışan "gerçekten severim"i şimdi hiç maskelemediğin -belki de bu iyi yanı- kardeşsizlik (g)özünle hakaretlerinin ve dahi küfürlerinin içine kattın. "Hocalı ve müftülü" bir "background"dan geldiği için bir ilmihâl kitabı gibi gördüğün "cidden iyi kızdır"ı, günlük yaşamından soyutladığın -senin suçun değil ama devam ettirmen senin suçun- ibadet hayatının hayâli ama "aman yaftalanmayalım korkusu"yla bayağılaştırmaya çalışarak kullandığın bir fıkıh menşeyi olarak gördün kendi kurallarını oluştururken. Yalnız o, kendini hiçbir zaman yeterli görmediğinden bu hususta, hep bir delil peşinde telefonlara sarıldığında gülümsedin, cidden yardım etmek istediğini hazmederek o zamanlarda, tebessüm ettin. O birkaç saniyelerde şimdiki gözleri hakaret ederli buruk dudak kıpırdatmalarından eser yoktu. Çünkü onun da "şimdiki hâli"nden eser yoktu!


     Asıl Kitabı


     Vardı -müstakbel bir hitap sözcüğü bulamadım da henüz-. Bal gibi bildin olduğunu da hep, sözde soyutlar somutlaşmadığından kabul etmek istemedin. Arkalardan konuşmak için beş duyudan yalnızca birine hitap edebilir bir parça yetermiş demek ki şahsına, bir de bunu anlattın. 
     İşte böyle büyüdü zamanın kimleri ve böyle perçinlendi kinleri. Hiçbir perçin açılamaz değil gerçi, lâkin hakîkî de olsa sun'î de, beslenmeden duramıyor(du) işte kin. Diktiği damarları hışımla yırtarak içine salıverdiği mutant solucanların akîbetini bir an evvel görmek istiyordu. Onlar, "çok severim"in testlerde pozitif çıkan ısrarcı niyetlerini bitirip semirmedikçe kahroluyor, iki dakika önce ölümsüzlük adına bıraktıkları sigaraları birer kez daha sarıyorlardı. Ne var ki, "gerçekten çok iyi kız"ın kanında vardı gereksiz olumluluk ve solucanlar, gözleri dönen taraf askerleri gibi bitirmeye çalışırken onları, gömlek patlatarak öleceklerdi. 
     Gerçekten, seni de onu da kulluğundan ötürü sevmişti -kuğulluğundan değil!- ne olursa olsun, inanmazsanız "yetkili" bir hücreye sorun. Yalnızca "değiştikten sonrası"na ait olmayan duygularla, onları kaybetmediğine şükrederek sevmişti -kip, duyulanın hikâyesi zirâ bunların olabildiğince mazide kalması gerekiyor artık-. Kardeşlik kopucu değil, iddialı bir bağ var ortada. Öte yandan, zedelense de halat; öte yandan zedelense de halat, koparılmaya çalışılsa da ve hatta iş eğitimi ödevi için kesilen kontraplak gibi acı acı bağırsa da imhâ olmadı, olmayacak. "Çok severim"in -ve herkesin- ödevi/görevi olduğu için o da koparmayacak onu. Günahım kadar sevmem, raddesine getirsen de her şeyi gözlerini bir noktaya dikip transa geçerek ve yaptıklarını başkalarına mâl edip "herkes herkesi kendi gibi zannedermiş ataları"nı haklı çıkararak, bu böyle. 


     Birinci Tekil Şahıs Kitabı


     Uhrevî iddianı sürdürdüğün sürece kardeşimsin "ben de seni çok severdim". Ama artık cidden, ben de seni çok severdim. Lâkin, "yok değildir", "öyle yapmamıştır" ve "yanlış anlaşılmıştır" aktörlerini izlemem birer vakit kaybından öte değil artık bana. Nefret ile ayak uyduramama arasındaki ince çizgiyi nefse yedirmeyeye çalışarak, bir "Ben de bir şeyler söyleyeyim!"li değil, aksine "Şimdiki suskunluk âtîye sirayet edebilir mazallah." startı ile yine kısa tutamadığım heceler bunlar. Sen de takılırdın hani, "Yine susmamışsın."larla. Hatırlamak istersen, işte onlardan.



     Ben yine severim seni, belli etmem. Derdinle derlendiğimi belli etmeyip mevcut ögeleri hard diske atarak bir tasaya daha hafıza açtığım gibi.
     Sen yine sever misin beni, bilemem. Hâlihazırda sevemezsin ve sevmiyor gibisin. Israr edecek değilim, geri dönüşüm kutusunda bile kaldıysam bir şeylerle, orayı da boşaltabilirsin. 
     Lâkin artık, son bir ortak noktamız var olumsuz: Artık birbirimizi anlayamayız, öyle gibi davranamayız -zaten sen hiç denemediydin-. Anlamaya çalışsak benden taviz istersin, batarız. Kapasite üstü kapitülasyonlarla tutuşan bir gemi gibi batamadan yanarız. Kaldı ki, artık literatürde olmayan hayâlî bir geç gençlik döneminde olmamız hasebiyle, dönemeyiz de. 
     Ben "eyvallah" derim,kendimle çelişmemek ve kendi kendimi sindirmemek için "Yolun açık olsun!" demem belki ama "Allah seni korusun." derim, daha güzel. Bir gün gelirsen, seni bana asla vermez göründüğün eli de sana uzatırım. Zirâ küfrünü yedirmek değil benim görevim, fark ettirmek sadece. Fakat, ülkene can cekişerek sığınmış gariplerin şahsına niçin rahatsızlık verdiğini çözemedikçe "ben de seni severdim", artık konuşamayız doğru düzgün, keyiflice.
     
      İşte böyle bir drama ötesi trajikomedi. Bil bakalım, standı kurdurup o son mıknatıslı balığı elleri titreyerek oltaya taktıran neydi? 

      Herkesi mutlu etmeye çabalama!
     Artık kardeşim, senin mutluluğuna duâ ederim, mutluluğuna uğraşan ben olmasam da biri olsun ama bizimki gibi solucan garnitürlü olmasın diye dil dökerim oyunun sonunda. Zirâ bir şeye hep inandım, inanıyorum ve ondan sapmamak için çırpınarak inanacağım inşallah. Zorum mu ne? Çünkü "O", bana senin kardeşim olduğunu söyler - sen aksini iddia etmedikçe- ve şöyle der: 

     "Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah'a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin." (Hucûrat, 10) 


     Hatırladın mı? 


     *sen: İkinci çoğul şahsa zamir aktarması ile kullanılmıştır. 







      Görseller: Instagram (@miskiamber)