12 Temmuz 2015 Pazar

Kırk Bir'den Hamim ve Kehf


     Hayırlı sahurlar,

     Ben Hamim. Fussilet Suresi'ni çok seven dedemin ebeveynlerim üzerinde ilk ve son kez kurduğu dominasyon üzere aldığım ismimle 12'den önce uyumaya tepki olarak doğdum. "Hiç masmavi çiçek var mı acaba?" gibi biraz feminen bir sorunun cevabını daha yeni buldum: Sardunya. Hayatımda tanıdığım ilk futbolcu, halamın kızının kendisine olan ekstrem düşkünlüğünden dolayı Nuno Gomes'tir.

     Hayatımın ilk yirmi dokuz yılını -ki bence yirmi dokuz otuzdan daha büyüktür- inanç kelimesini toplum içinde el açarak dua edemezcesine kullanmaya erinen ya da namaz kılarken odasına girilmesinden rahatsız olan bir "latecomer" baba gibi davranan / davranmak zorunda bırakılan bir arkadaş grubunun içinde sol eğilimlerim varmış gibi geçirdim. Bu bir prestijdi. İç Anadolu'nun bir alt kategorisini oluşturan ve yobaz addedilen ekstra ücra bir kasabanın dışarı okumaya gitmiş, parkalı aydın öğrencileri gibi.

     -"Bu kasabayı bir kalkındırıcaz."

     İsmimin kırk birinci surenin ilk ayeti olduğunu hiç kimsenin çakamaması, hatta milletin kendisini havalı bulması çok iş gördü yıllarca. Babama, oğlunun adını Kürşat koyup mimlenmesine sebebiyet veren babalar gibi davranmayıp dedeme izin verdiği için çok teşekkür ettim. Yirmi dokuzdan sonra ise bu teşekkürüm, ismimin bir ayet olmasına karışmadığı için olacaktı. İnşallah güzel ölmüştür.

     "Olmak" ile "ölmek" arasında, fonetik bir bağlantının ötesinde uhrevi bir ilişki de kurduğum için Türkçenin en güzel harf oyunu oldu bu iki kelime benim için. Yirmi dokuzdan önce de öyleydi. Yoksa penbenin pembe, çenberin çember falan yapılmış olmasına hep içerledim lakin "de" ayrı yazılmalıydı da. İlkokulda en iyi dersim Türkçeydi. Bir oğlan çocuğunun en iyi dersinin Türkçe olması çok garipti, kendine müstakbel bir mühendis gözüyle bakılmasına sürekli ket vuruyordu. Zira Şeker Portakalı'ndaki ağzı bozuk Zeze'ye ya da Asteroid 612'yi kendince revize etmeye çalışan ağlak Küçük Prens'e değil, gerektiğinde bu tarla takkanın en sofistike gerecini tamir edebilecek bir yedek reise ihtiyacı vardı bu evin!

     Sonra geç de olsa okumaya indim şehre. Geç olunca nefsine uyman çok daha kolay oluyor. Bizim mevzubahis arkadaş grubuyla kümülatif olarak şehre doğru dikey hareketlilik dalgası başlattık bizim memleketten. Sürünün kendini kaybedecek -ya da unutacak- mekanlar, akımlar, hipotezler... bulması işten bile olmuyor. High-Two diye bir bar bulduk kendimize dünyayı kurtaracak tüm solsal planlarımızı yapacak. High-Two, ismini, Ronnie James'in babaannesinin inançlarından "kapızlayıp" icat ettiği iddia edilen metal işaretinden alıyordu adını. High-five değildi de, high-two idi yani. Böyle vay belik anlamları olan adamları, kadınları ve mekanları severdik.

     Fakat ne hikmetse -tabii hikmet burda güzel durmadı, paraphrase ediniz rica ediyorum- ben hödük bir rockera yakışacak bira bardaklarını değil de, ince boyunlu şarap şişelerini severek ağır Louis Armstrongcu cazcı gibi davranıyor, aynı anda rakılı Müzeyyen Senar şarkılarını cover yapmaya çalışıyordum.
     Sonra çarşambaları fasıl hizmeti veren Çiçek Pasajı restoranı çakması bir kıyı köşe lokantasında arabesk-fantazi şarkılar söyleyen assolist bir kıza aşık oldum. High-Two'yu ve çerezli masalarını neredeyse bırakıp Yaşam Lokantası'nın kirli ekose örtülerinin üzerinde, ancak dünyaca ünlü bir yabancı aşçının yiyebileceği kadar pişmiş et yemekleri yemeye başladım. Hayatım tam bir fatal error ve epic fail duosu üzerine ilerliyordu.

     Aşık olduğum kız çok gururluydu, dışarıdan görünmeyen takvasına yakışmayacak ve onu sekteye uğratacak kadar gururlu. Sırf hasta annesine başkasının değil, kendi parasıyla bakabilmek için evlenmiyordu. Onu şimdi tanısak, queer içine hapsolmuş minibeyinlerimizle azılı bir yetmişler feministi zannederdik ama değildi. Beni çok severdi, biliyordum. Fakat her mahallenin bir Kardeşler Ltd. Şti. esnafı olduğu gibi her Yaşam Restoran türevinin de bir Marlon Brandosu vardı. Kahrolasıca, adamlarından birinin şarjörünü neredeyse kızın on birinci omurunun üzerine boşalttırmak suretiyle felç bıraktı onu.

     Nilhan -ki muhtemelen gerçek adı bu değildi ama hiç öğrenmek istemedim bir gerçek ismi vardıysa da- ile senkronize seyretti hastalıklarımız. Onun durumu kötüleştikçe ben isyana daha çok saplandım. Onu ziyarete sık sık gidemiyordum da, adamların benim ensemde olmasını geçin; önemli olan onun ensesiydi. Bir üç mart günü ziyaretine gittiğimde sigara içmekten iyice mahvolmuş ses tellerinden hırlayarak şöyle seslendi bana:

     -Ahmet Özhan.


     Bu isim ve soyisimden sonra sesini bir daha duyamadım. Sesini iyice kaybettiği için değil, onu kaybettiğimiz için.


     ***

     Burada yirmi dokuzdan otuza geçiyoruz.
     Burada, High-Two sayfasını kapatıyoruz. Yaşam zaten kapandı.
     Burada double-cross ve twin pedal davullardan, Fender Stratocaster gitar hayallerinden, ilk öğrendiklerim elbette nihavent, rast ve saba olan makamlara geçiyoruz.
     Burada, olmayan dinimizden ihtida ediyoruz.

     ***

     Ahmet Özhan'ın söylediği ilahileri dinleyip kavram araştırması yapmaya başladım. Sondan başa gitmek gibi oldu biraz ama inşallah oldu. Okulu bir yıl dondurup çılgın gibi kütüphane karıştırmaya başladım. İlk başlarda -klasik- kavram araştırması, bilgilenme vs. formunda yürüyen çalışmalar Nilhan'ın ölümünün ikinci yılında meyvesini verdi. O yılın Ramazanının üçüncü gününde hayatımda ilk kez oruç tuttum ve ilk namazımı oturduğum köhne mahallenin rutubetli ve belki bir tek bana şirin görünen camisinde teravihle kıldım. Yine sondan başladım yani. Sanırım tarzım bu.

     O yılın sekizinci ayında nüfus müdürlüğüne gidip ismimi Yemliha Hamim olarak uzatmak üzere dilekçe verdim. Ashab-ı Kehf'e kafayı takmıştım. Yurtiçinde Ashab-ı Kehf'in uyandığı varsayılan ne kadar mağaralı yer varsa gittim, gördüm. Hatta İzmir tarafındakine gittiğimde başıma güneş geçmesini sağlayıp iki-üç gün havale halinde yattım. O sırada iyileşince bir köpek alıp adını Kıtmir koymayı düşünerek heveslendim durdum. Tabii iyileştikten sonra "yemedi". Ben ve köpeğim bu ismi kaldıramazdık. Bizim mahallenin uyuşuk köpeğinin adını en düz mantıkla ""kız bizim hatun" manasında Jin koydum çünkü dişiydi ve çok anaçtı. Bir ton köpek ve kedi büyüttü. Bir keresinde bizim derede kaybolan ördek yavrusuna bile baktırdık kendisine.

     Dondurduğum okuldan kaydımı aldırdım, cidden mühendis falan olamayacaktım. İsmini bile duymak bende "mühendisit" gibi bir hastalığa yol açıyordu. En basit ve açık gerekçeyle arkadaşlarıma ve çevreme "Oğlum kafam basmıyor cidden." dedim. Annem kendimi sıksam tabii ki de en güzel bir şekilde bastığını ama çok tembellik yaptığımı söyler. Onunla bunu tartışmaktan yoruldum.

     -Anne zaten lisede de hep sözel zekam fazla çıkıyordu rehberlik testlerinde ya!

     Açıktan sosyoloji okumaya karar verdim çünkü ücra bir kasaba-köyden yetişmek yıllar sonra dönüp üzerinde araştırma yapmayı gerektirirdi.


     Üç gün sonra düğünüm var. Annemin "the köşedeki birikmiş"iyle ve benim evladiyelik part-time hikayelerimin zulasıyla halletmeye çalışacağız inşallah.

     Eski arkadaşlarımdan -hani şu bizim ilk çekirdek ekip, solsal olan- biri vuruldu, Selma ile Nazif evlendi; İbrahim asla dine dönmedi.

     Nilhan'ın annesine müstakbel eşimle birlikte bakmaya devam edeceğiz, Asiye bunu Nilhan'ın annesi olduğu için değil, bakıma ihtiyacı olan, yatalak, dünyanın en tatlı insanlarından biri olduğu için yaptığımızı anlayacak kadar Müslüman çok şükür.

     High-Two duruyor, yanına açılan kocaman "pub"ların yanında tam bir ihtiyar delikanlıymış. Yakınından hiç geçmedim uzun zamandır.

     Orta ikinci sınıftan bu yana fırsatım, imkanım, kalemim, defterim, takatim... olduğu sürece tuttuğum günlük meselesine üç gün sonra nokta koyma kararı aldım. Son bir envanter olarak bunu saklayacağım işte. Evde bana bir çekmece yetecek yani. Babamın kapağını bizim inatçı ceviz ağacından yapıp içini diktiği defterim ve gittikçe modernleşen türevleri ile Ahmet Özhan albümleri için.


     Bir tımarcı olarak; kolay ev temizliği için küçük, benim için büyük bir adım.