22 Kasım 2013 Cuma

Dosya Adı: Pazartesi Sidiromu ve Kışı Daha Sevmek

     Bugün kışı sevdim. Ne hikmetse. İşte bilirler falan ne bileyim, "yazcı"yım ben. Yok değil, alabildiğine klişe bir "Ben Akdenizliyim aabi." havası değil. Öyle olsa sevmeye çabalamazdım kışları. "Aslında güzel be." diye telkinlerde bulunup kendime, avutmaya çalışmazdım zat-ı âlimi harfler teker teker bir hücremden girip diğerinden çıkarken. Hoş, elbette "sevmeme" gibi bir hâl söz konusu olamaz. Benimki kolaya kaçma işte, anlarsınız; hepimizinkinden. Kışı sevmeme değil, yazı daha çok sevme. Hatta sevmeydi sanki, an itibarı ile.

   


  Bilgisayarın ekranı kendine gelip ıssız adaya düşen iki deli seyyahın "kara göründü gözleri" gibi parlaklığıyla aydınlatıncaya dek ortalığı, ışığı açmadım bugün. Hava kapalı, "yağsa rahatlayacak teyzeli" bir hâlet-i ruhiyede. "Ne güzel hava be!" diyor dilim. Bir hayli evde pinekleyesim var demek ki. Yok, çıkarım da aslında ama, ne bileyim evi de özlemiş hani burnum günlerdir. Ne sindiriyorsak artık dört duvarın içine hepimiz karakteristiklikle kokutuyoruz kenarı-köşeyi. Kendimize has. Yemek, çorba, kek, gardırop, karpuzlu sakız -Vivident-, çamaşır yumuşatıcısı -Yumoş-, yeni alınmış çanta, yeni kapatılmış elektrikli süpürge, diş macunu -Sensodyne-; ev, ne bulduysa hunharca içine çekiyor hepsini. Günün belirli zaman dilimlerinde de bir tanesini öne çıkarıyor kreasyonunu sergileyecek olan modeli podyuma uğurlayan modacı gibi.
     Küçükkenki pazar günlerinde de böyle olurdu hava hep. Sekiz ayın okul zamanına gelmesi hasebiyle gün leb demeden önce biter, biz leblebiyi ertesi gün yutardık yazılılarda hap niyetine. O sınıf halleri, "pazartesi sendromu" diye anılmak yerine o zamanların yeni yeni popüler olan toplama bilgisayarlarının CD-ROM'una kaydedilmeliydi pazartesileri. "Dosya Adı: Pazartesi Sidiromu"
     Sahi ya, doksanların her pazarı niye öyle olurdu? Akşam yemeğiyle cem edilmiş öğle yemeği kokardı tüm öğleden sonraları. O zamanlar Yüksek Sadakat yoktu tabii, dolayısıyla daha yağmur başlamadan melankolikleşmeye meyilli olan bünye "Dışarda yağmur / İçimde yağmur" diyen parçayı tutturamazdı zihnine.
     Çocukluğumun mandalina kokulu Pazartesi Pazarları, elleri, o ellerle tutulan kalemleri ve sonuçta mandalina kokan ödevleri. İş size kalırdı yine, keratalar. Ya da durun, size iş yıkan benim; kerata(lar) ben(d)im. "Ödev: Sosyal Bilgiler - On Soru / Özet"
     Kaç harita metot not defteri bıktı acaba bu replikten, kaçı geri dönüştürüldü, kaçı üç ay sonra doğaya karıştı? Plastik olanlar cidden takribi dört yüz elli - altı yüz elli yıl boyunca sıkılmadan direndi mi ayrışmamak için?
     Neyse, durayım. Bugün sorusuz bir günüm geçsin. O zaman soruna da malzeme çıkarmam belki. (Suç hep o on soruların ama.) Hazır kışı sevmişken, sadece yazmak için dizüstü bilgisayar kapağı kaldıranlardan olmuşken; durayım şimdi, bozmayayım, hah böyle iyi; çekeyim.
     Hava bugün ne güzel de bozdu öyle, şimdi burada tarih de yazacak ve kasım bir kez daha ekstra bir anlam yüklenecek güzel olan bilimum sonbaharlığına ek olarak. (Tamam haydi, bağırmayın; aşklarını da dahil edeyim.)
     Aa, birden sonbaharı da sevmiş gibi davrandım.
     Yani, sonbaharı da yaz kadar sevmiş gibi oldum.
     Normal şartlarda (NŞA), bugün pazar olsa ve ben pazardan dönmüş olsam "dooooğru banyoya" girmem gerekirdi yazın sokakta oynayıp çamura bulanmış bir vaziyette çıkagelmişim muamelesi görerek. Neyse, zaten birinin söylemesine de gerek yok, yerde evin inşaatından kalma kurumuş çimento lekesi görsem onu toz zannedip o tozu da kendimin düşürdüğünü farz ederek ellerimi yıkayacak kadar titizim artık.
     Şimdi bazı hayâlbâz şeylerle uğraşıyorum çokçası; inanır mısın anne, düşünmekten defter kaplayacak mecâlim dahi olmuyor bazen. Aklımda, izanlıca dürüp koymam gerekenler var çünkü, kaplayayım ki iki durup bir sırıtmasınlar kilerden pişkin pişkin.
     Hazır kışı da "yazı sevdiğim kadar sevmişken" birkaç yol açayım kendime beynelmilel. Öyle kapsasın her şeyi ve empati kurabilsin ki her şeyle açık kapı kalmasın cereyan yapacak yüreğime. Sonra mazallah, daha kendiminkini iyileştirememişken bir de onun kafası üşü(t)mesin; banyo da yaptı zaten. Gerçi belki de zaten olağandışı kapsıyor, ne dersin? Ha, hı, evet; doğru diyorum demek. Bırakayım bir, gerisi gelsin. Tamam biliyorum, "akışına bırak"malıyım ana kraliçe.
     İyi öyleyse.
     Ziyade olsun.
     O zaman şöyle:
     "Dooooğru doğruya!"
     olsun.

16 Kasım 2013 Cumartesi

Aheste Yelkenler ve Kahverengi Doğum Günleri

          Benim doğum günlerim hep kahverengi. Yıllar sonra ilk yaş günündeki kırmızı çoraplı halini görüp "Anne bunlar tayt mı yoksa cidden böyle tombik miymişim?" diye soran akıllı tam yirmi üç doğum günü geçirmiş. Yirmi üç 16 Kasım, yirmi üç ağlamaklı sevinç, yirmi üç kahkahaya gark oluş... 


     




     Doğum günlerim hep kahverengi benim, çünkü sonbahar. Zat-ı âlisinin arz-ı endâmını idrak edemeyecek kadar ufak bir "Fırat kafalı"yken yazın doğmadığı için hayıflanan, daha sonra, yazınki doğum günlerinin "güme gittiğini" fark edince sınıfın en küçüğü olma ve soğukta doğma dezavantajlarını bertaraf edebilmiş bir çorba akıllı "Ne ka komik kız la.".
     Komik olmayı, komik diye bilinmeyi hep sevdim ben. Gülmeyi değil, güldürebilmeyi seçtim istemeden. Bilmem, gülmüşümdür de. Doğru doğru, meşhur "yarılmalarım" vardır hatta benim. Ağlamışımdır da hem, ne bileyim. Belki çok yersiz, belki annemi hep sulugöz olmakla itham edip büyüyüp yaş aldıkça hamurca ve suyca ona benzediğimden. Uzun yüzüm yuvarlanacak belki biraz daha yaş alınca, bilmiyorum ki ben. Neyse(m) ne işte. 
     Merhaba, ben Hande. Bugün doğum günüm, bazılarınızın ikinizin, üçünüzün, dördünüzün yirmi üç senedir bıkmadığı, birinizin on üç yıldır hatırladığı, bir kısmınızın birinci sınıftaki fiyonklu etekli mavi önlüğüyle, birazınızın da şiş örgü okul yeleğiyle yaşıt. Neyse(niz) o. Birazcığınızla ardalanarak seri yapan, bir başka grupla Güney ve Kuzey Yarım Küre gün dönümleri gibi aksi birbirinin. Önemli değil, yalnızca bir gün; sadece günlerden biri. Biri kutlamasa üzülmeyeceğim, herhangi bir alışveriş sitesi e-posta ile kutladığında da abartılar eşliğinde havalara uçabileceğim...


   



     İşte öyle bir yelken günü geldi aklıma. Dingin bir gündü, yelkenliler denizi işgal etmişçesine yarışıyordu olabildiğine aheste. Can annem vardı, bendenizle. Bir illetten kurtulmaya çalıştığım günlerden biri, belki yine belki ilk. Neyse ne. Annem vardı. 
     Bir oteldeyiz bir gün. Babam havuza atlayışımı takdir ettiydi. Ben de ufak bir kız çocuğuyum ya klasik, havalara uçarak atladıydım mavi gibi görünüp hepimizi yıllarca kandıran saydam sulara. 
     Parktayım küçüklüklerden bir küçüklük. Dedem var, evde anneannem. Terlediğim için tuzlu ayran yapıyor biri evde, biri salıncaktan düşerim diye tetikte. Hayat bana ve bize güzel. 
     Hayat bana ve bize her zaman güzel olasın, e mi? 
     Bir kez daha, bir dost daha. 
     Artık kahverengiyi seviyorum, sonbahara alıştığım gibi.
     Ve bugün kahverengi bir cumartesi. 
     Ve iyi ki varsınız, varız.
     Artık sınıfın en büyüğüyüm hem.
     Eh.
     Hadi kahverengi olalım. 

     

15 Ekim 2013 Salı

Günün De(m) Hâli

     Aklıma birkaç parlak fikir şimşeğinin hunharca çaktığı bir ikindi üzeri vardı, geçeli kırk sekiz saat falan olmuş neredeyse yine. Akreple yelkovanın ne zoru var anlamıyorum, çok aceleci değiller mi? Yahut ben ahesteyim. Zihnimin ışık hızını solda sıfır bırakıp geçmesini hesaba katacak olursak zavallı saati suçlamam biraz mantıksız aslında. Tamam, bir hayli. 
     Ben, güneşin derbeder huzmeler halinde içeri sızıp halının desenlerine üçüncü, bilemedin dördüncü boyutları kattığı zaman derin bir nefes alıp pek bayıldığım düşüncelerime gark olmayı seviyorum galiba böyle. O nedenle, bedenimi dinlendirirken kafamı demliyorum. Yirmi dördün, birkaç kişiyle yarım ağızla paylaştığım on beşinde, bilemedin on altısında, küçükken arabanın ön yolcu koltuğunda giderken -öne oturmaya başlayabilecek kadar "büyük" olduğumuzda tabii, Barış Abi!- gözlerimizin içine akan güneş ışığında sonradan adının iris olduğunu öğreneceğimiz bölgenin minimize yer ve maksimize renk değiştirişlerini hayret ederek ve kendimizi beğenerek seyreylerkenden bildiğim bir gülümsemeyle çehremi güneşe verip "tezat çıkararak" gaddar ya da uysal duygulara yer veririm şuurüstümde. Bugün bayram romansı var üzerimde bir de, değmeyin artistik keyfime!
     Nil Karaibrahimgil'in "Bütün Kızlar Toplandık" parçasının -ne meşhurdu!- video klibinde çıkan ufak dip, pardon, üst-alt-sağ-sol notların birinde belirttiği "oda içine sızan dikdörtgen güneş ışığı içinde şarkı yazma" eyleminin biraz daha elle tutulamayıp gözle görülemeyen "cover"ını yapıyorum uzun lafın daha da uzunu. Bugün de muhtemelen bayram çikolataları eşlik edecek beyin kıvrımı kapmaca oynayan düşüncelerime. En başıboşumuzun, berduşumuzun dahi gönlüne beyaz ışıktan günışığına geçince içi açılan oturma odasının ferahlaması gibi bir "Oh be!" hali düşüyor(dur). Öyle bir, manyetizmayı yerle bir eden muknatıs.
     Eskisi kadar, ellerinde poşetleriyle ve onun içinde yenmiş şekerlerin mahzun ambalaj kağıtlarıyla şeker koması raddesinde eve dönüp su sürahisine saldıran çocuklar göremesem de tahayyül edebiliyorum ya hâlâ, ona bakayım ben. En azından daha "Oğlum dur, abla geçsin de topu öyle at!" diyebiliyorlar ve İstanbul'un dillere pelesenk, gönüllere adrenalin yokuşlarında taştan kaleleriyle "şut çekişebiliyorlar". Ben de onlara içten ve içimden bir "Abla diyen dillerinizi yerim sıpalar!" şefkati yollayabiliyorum telepatinin patileriyle.
     Yurdumun herhangi bir yerindeki herhangi biri şu anda bugünkü bin sekiz yüz altmış üçüncü falan Barış Manço-Bugün Bayram videosunu sosyal medyanın herhangi bir üyesinde paylaşırken akşam içeceğim demli çayımı, sevgiyle yapıldığı üzerinde anne kucaklamasından nefessiz kalan çocuk edasıyla salınan minik çatlaklardan anlaşılan kurabiyelerimi düşünüp mutlu olabiliyorum. Ve bir Kurban'a daha çıkabildiğim(iz) için Yaradan'a yine şükür, çok şükür, bin şükür, sonsuz şükür ile secde ediyorum dün sabah başlayıp, dördüncü bayram günü ikindiye kadar Teşrik Tekbiri getirmeyi unutmamayı dileyerek. (Sübliminal Mesaj)



     Gidip hevesle aldığım çiçeğime bakayım bir de, ilk bayram günü kaç goncası şımarık birer kasımpatı olacak diye.

     "Cümle günahlar affola,
      Bayram o bayram ola."
   
   

3 Ağustos 2013 Cumartesi

Kadir Gecesi Kadri ve Termal Şeker Havuzu

     Günlerden cumartesi ve ben çocukluğumdan bu yana devam eden aynı ''yaşasın annem bugün evde heyecanı'' ile uyanıyorum. Hem de her zamankinden erken bir yeni güne selam oluyor bu. Hatunum ''Bak Kadir Gecesi sabahı hava biraz kapalı, güneş biraz fersiz olurmuş; baksana, sence de hava biraz puslu değil mi?'' diyerek perdeyi aralıyor. Gecelerden hangisi Kadir Gecesi, günlerden hangisi hayır günü, saatlerden hangisi hacet saati bilemiyorum elbette ama ''Evet, cidden öyle gibi.'' cümlesi ağzımdan ve ''Her gece Kadir olsa ve her gecenin kadrini bilebilsek ya.'' düşüncesi zihnimden çıkıveriyor.
     Öğleden sonra ''haydi şöyle bir dolaşalım düşüncemiz ve arabamız''la çayırlara çimenlere akalım, bir güneş sıcağı, bir ağustos başı havası alalım diyoruz. Üç-beş ''eksik gedik'' olduğu gelince aklımıza, direksiyonu bizim klasik süpermarketimize kırıyoruz.
     Market arabamızla içeri adım attığımızda bizleri koca bir platform karşılıyor plastik raflarıyla ''Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. Allah'ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun.'' dercesine. Önce ''aleyküm selam'' ile selamı alıp daha sonra şaşırmaya, küçük kız çocuklarının güpgüzel bir ''abla'' gördüklerinde oldukları yerde kalakalınca minik dudaklarıyla ''Vaaay.'' çekişleri ile devam ediyorum girişte. ''Anne, fotoğrafını çekmem lazım.'' O sırada en sevdiğimiz bayram çikolatalarını-hani şu minik, rengarenk ve yalnızca sütlü çikolatalar; fındıksız fıstıksız falan- görüyoruz ve yarım kilo almak üzere dadanıyoruz haliyle standa. Daha sonra anneanneye salça götürmelik kavanozlar gibi tamamen sevgi pıtırcığıklığından ibaret şeylerle birkaç temizlik malzemesi-evin tüm bayanları titizlik delisi olunca- alıp çıkmaya davranıyoruz marketten. Annem hatunum davranıyor daha doğrusu. Zira benim aklım hala o ''Termal Şeker Havuzu''nda. Fotoğrafını çekebilmek için can çekişiyorum. Elimde telefon, kasada bekliyorum. Kasa işlemleri bittiğinde dayanamayıp anneme biraz beklemesini söyledikten sonra orada görevli çıtıpıtı kızlardan izin isteyip dünyalar benim olmuşçasına masum bir kare alıyorum en sevdiklerim önde olacak şekilde. Daha sonra ise teşekkürlü ve havalarda uçmalı marketten çıkmalar...
   





     Anne-kardeş-abla üçlüsü olarak bizim bazı özel yerlerimiz var ''bizim buralarda'' kafa açmalık. Oralara yönleniyoruz. Ve ben elimde kendime erken bir bayram hediyesi olarak sunduğum naçizane şeker havuzu fotoğrafımla uğraşıyorum. Bir küçük andan bin mükemmel mutluluk çıkarıyorum sonsuz şükürle.
     Eve gelince iftar hazırlığının o güzel telaşı alıyor bizleri. Dubleks de değil, tiribleks mutluluk falan benimki! Hem Ramazan, hem Kadir Gecesi ve hem bayram. Birini uğurluyorum buruk bir şekilde, birini tüm kalbimle karşılamışım ve birini karşılamaya hazırlanıyorum zihnimdeki ve kalbimdeki çikolata bahçemle.
     ''Rabbim!'' diyorum, ''Ne olur bu gece şeytan bulaşmasın bana. Hiçbir zaman uykum gelmiyor, en azından ne zamandır gelmiyor ve hep sahur bekleyebiliyorum. Bu gün de musallat olmasın bana o nankör ve ben Gecemi güzelliklerle, inci mercanlarla karşılayıp canımı Senin yoluna koyayım.''
     ''Yüce Rabbim!'' diyorum, ''Yalvarırım lütfunu, keremini, mağfiretini esirgeme bizden. Bizleri asla bırakma şu nefsimizle baş başa. Elimiz hep bir iş görsün, boş duran değil; baş çeken olalım. Yolunda yollar yapalım. Tövbeler edelim dilimizi günahtan sakındıran.'' 
     ''Allah'ım!'' demelerdeyim. ''Elimize vermişsin Cennetin anahtarını. Yalnızca ama yalnızca doğru kilidi bulmamızı istiyorsun, öyle kolay ki. Biz acizlerse şu nefsimize uyup her seferinde zor olanı, o bir tek yanlış kilidi buluyoruz birçok doğru çıkış kapımız varken. Bizleri affeyle. Bir an olsun bile kibirle kabarmasın göğsümüz. Şimdiye kadar Seni, keremini idrak edenlerdensek salih amelimizi artır, değilsek bizlere hayırlı idrakler nasip eyle.''
     






     O rengarenk platform güzel bir termal havuzdu, en şekerlisinden. İyi ve hayırlı iş ile sımsıcacık-hani termal ya- bir akraba ziyareti yaptırıcı özelliği vardı. Bir de dünyanın tüm mazlumları kucaklayıcı.
     Dünyanın en güzel çocuk havuzuydu o. İçine oturduğunda kalkmak isteyecek bir tek çocuk bulamazdınız. Belki biraz bilinçlenmiş ve diş fırçalamaya başlamış olanlar bir iki şeker kısarlardı hesaptan. Fakat inanın, dünyada kan ağlayan bir mazlum çocuğun dişlerinin çürümesini düşünecek hali hiç yoktu. Şu klasik ''en çok bilmemne yeme rekoru''nu kıran eğlenceye susamış yetişkinlere en büyük rakip olurcasına bir çırpıda bitirirlerdi hepsini. Yeter ki bir çıkış yolu olsaydı o mermi seslerinin arasından. Yeter ki bir kurabiye kokusu alsalar, yeter ki bir ekmek bıçağı sesi ile bir su sesi duysalardı. Bir anlık, bir lokmacık da olsa.
     Dünyanın en güzel ''büyükler'' havuzuydu da o ayrıca. İçinde kalan çocukluğu yaşayamayanıyla, bastırdığı saf duygularına karşı hunharca bir ego savaşı vereniyle, iyisiyle kötüsüyle, mazlumuyla zalimiyle aslında tüm büyükler için en güzel havuzdu o. Kışı seveninin bile içini ısıtacak, çocuğunun yanağına ufak bir öpücüğü çok görene bile sevgiyi hatırlatacaktı.
     Ve bugünün Kadir Gecesi olması muhtemeldi. Biri istediği kadar kendini yahut bir diğerini ''inançsız'', ''kafir'', ''yobaz'', ''şakirt'', ''çulsuz'', ''serseri'', ''arsız'', ''gerikafalı'' diye yaftalasın, özü olan toprak kadar saf, onun kadar temiz olduğu gerçeğini değiştiremeyecekti. Yeter ki ''Yaradan''ı hatırlasındı. Bu dünyada sevdiği kedideki, kokladığı çiçekteki, incelediği gezegendeki o sanat böyle muazzamsa cennet nasıl şu cüz'i aklın alamayacağı bir muazzamlıktaydı kim bilir!
     Bugün bin aydan daha hayırlıydı ve bu aciz kula bir andan bin mutluluk yaşatıyordu Rabbi.
     Bugün şah, bu gece candı. Ve ben ''Ey yerlerin ve göklerin sahibi olan yüce Allah'ım!'' diyordum O'nun bahşettiği olanca samimiyetle. ''Bizleri o Yüce Kitabında hep bahsettiğin altından ırmaklar akan cennetlerine layık eyle, Seni görebilmeyi, Can Peygamberim, Canım Efendim Hz. Muhammed'in (s.a.v.) güzel cemalini görebilmeyi nasip eyle bizlere.''

     ''Şüphesiz ki Sen doğruyu söyleyensin.''

    Amin.

11 Temmuz 2013 Perşembe

''Bosno Majko, Srebrenice Sestro''


   
     Doksanlardan bir yıl, bilmiyordum hangisi; sonra anacaktım. Bilmemem normal karşılanırdı zira hem üç ya da beş yaşlarında bir bebeydim henüz hem de doksanların çoğu ''kana susamıştı''. Her bucaktan, her köşeden, her diyardan bir ölüm, bir katliam, bir kıyım, terör, ateş fışkırıyordu; hayatımda kokusunu hiç almadığım barutu midemde hissediyordum neredeyse. Öyle bir yürek kanatan dönem.
     Aylardan bir ay, hangisi olduğunun farkında değildim.  Havalardan hatırlamaya çalışsam? Yazı kışı da karıştırmıştım işin kötüsü, olmuyor(du). Kış olsa başı dumanlı dağlardan şehit haberleri gelir, yaz olsa bilmem hangi kasabada ölümler... Böyle bir insanlık imtihanı çağı.
     Bosna Hersek diye bir yer var, kardeş bize; bunu biliyorum bir. Sarı, dümdüz, ipek saçlı çocuklar var; gözleri renkli. Öyle gösteriyorlar. ''Kardeşler.'' diyorum içimden. Fakat o kardeşlerin bir sıkıntısı var hep, televizyon onları hiç gülerken göstermedi, göstermiyor. Bir ip atlasalar, saklambaç oynasalar, ne bileyim, koşuştursalar ya! Yok. Galiba bende bir gariplik var ya da sarı ipek saçlı çocuklar koşmazlar.
     Sarı ipek saçlı çocukların gözleri gülmez, ağlar. Biz çocukların renk değiştirmeye meyilli gözleri üzerimize giydiklerimize göre renk değiştirirken o sarışın kardeşlerin gözleri ya ailelerini bırakıp geldikleri çorak toprakların gri rengini alır yahut tabutların yeşil rengiyle boyanır. Koskoca deniz mavisi gözler vicdansızlıkla boyanır her nasıl oluyorsa!
     Aklımın ermeye başladığı yaşlar işte, bilmiyorum. Ermese de gözlerime silahlar, tüfekler yansıyor ufak televizyon ekranından. Küçücük anneleri var çocukların, babalar nerde ama? Bazısının yanında da abiler var, babaları olabilir mi? Ama benim babamdan çok küçük bu abiler? Delirmemek için düşünmemeye çalışıyorum.
     Birilerine ateş püsküren amcalar var televizyonda. ''Dünya yine kulağını gözünü kapadı!'' diyorlar. ''Seyirci kaldı.'' Oysa ben izlenecek bir çizgi film göremiyorum ya da ortada bir film var ve günlerdir izlediğim şeyler bir aksiyon filminin sahneleri?

     Ah öyle olsaydı Srebrenitsa. Kurgu olsaydın sadece, o küçük çocukların da birer figüran. Bizler de seyirci. Aynı bir patlamış mısırlarını alıp ekran karşısına geçmedikleri kalan o zamanın ''dış güçler''i gibi. Tek farkla, ekranın diğer tarafındakiler gerçek olmayacaktı. Öyle bir kurgu olsaydın ya Bosna...
     ''Yine olsa yine yaparım!''cılar hala buralarda kol geziyor Srebrenitsa, hiçbir şey değişmiş değil. Bütün terörün, katliamın, sıcak çatışmanın kol gezdiği o doksanlar gibi yine bir yerler. Hala abartılan bir şeyler, eter koklatılıp uyutularak susturulan gerçekler var. Bazıları hala çok korkak, bazıları hala çok duyarsız kardeşler.
     Ama biz biliyoruz, biz duyuyoruz, biz anlıyoruz ipek saçlı kardeşler. Çocuk duyarlılığıyla yüreğimize işlendi tüm dünyanın yansımasını gözlerinde taşıyan Bosnalı dindaş kardeşler. Ben sizleri televizyon ekranında gördükten iki gün sonra siz de kurban gittiniz belki bu bitmek tükenmek bilmeyen insanlık ayıplarından birine Srebrenitsa'da.


   



     Kardeşim,
     Çok sonra öğrendik. Gözleriniz can mezarlarınızın üzerindeki çiçeklere gelen mavi kelebekler kadar maviydi, onlar da sizin hayata tutunmaya çalışan gözlerinizin eksik parçasını tamamlamaya gelmişlerdir zaten herhalde.
     O zamanın çocukları sizinle kanadı, sizinle buruklaştı, sizinle ağladı. Öyle saflardı ki sizin gibi, sizinle de ölürlerdi. Tıpkı sizlerin de onlar için ölebileceği gibi. Hiçbir şey beklemeden, çıkarsızca, deniz gözleriniz, ipek saçlarınız için. Kardeşsiniz diye... Çünkü kardeşle ''atta''ya gidilirdi hep.
     Günlerden bir gündü doksanlarda, net anımsamıyordum. Bosnalı bir çocuk güzel gözlerini kapatırken bana da gel diyordu:
     -Gel. Orda anlaşabilmek için Türkçeye, Boşnakçaya gerek yok.
     -Gel. Güzeller güzeli cennette mis kokulu çiçekler koklayıp hiç insan değmemiş oyunlar oynayalım.

6 Temmuz 2013 Cumartesi

Yirmi Üçüncü Randevu

     ''Allah'ım! Senin rızan için oruç tuttum. Sana inandım, Sana sığındım. Senin verdiğin rızık ile orucumu açmayı nasip ettin. Rabbim! Sana şükürler olsun. Benim geçmiş ve gelecek günahlarımı bağışla. Amin.''




     Dün akşam eve geldiğimde birinci kata bırakılmış bir yıllık randevu habercisi vardı merdivende, çok kutlu bir ulaktı bu: Bir aylık yol haritamızı gösteren Ramazan-ı Şerif imsakiyesi bırakılmıştı kapılara. İçimden ''Yere atmasanıza şunu ya!'' diye huysuzca ve nazı geçercesine söylenerek aldım evde bu yıl da misafir etmek için onu. Solunda bir hadis-i şerif ile Hz. Ali (r.a.)'nın bir sözü, solunda ise bu iftar duamız yazıyordu yine. ''Çok şükür.'' çektim içimden, ''Çok şükür Rabbim, bizleri bu yıl da Ramazan ayını görmeye nail eyledin.'' 
     İmsakiyenin altında tabii ki Kadir Gecesi'nin tarihi belirtiliyordu: ''3 Ağustos 2013 Cumartesi'yi pazara bağlayan gecedir.'' diye. Bayramın ayın 8'inde olduğu yazılıydı bir de. 
     ''3 Ağustos'a ufuu, daha bir ay var!'' klişesini geçiriyorduk tabii ki aklımızdan o bir ayın göz açıp kapatıncaya kadar geçip gidip biteceğini bilerek. 
     Devlet dairelerinde, günlerde, efendime söyleyeyim, spor salonlarında, kurslarda muhtemelen yazın oruç tutma işini nasıl atlatacaklarını konuşurken Allah (c.c.)'tan sabır niyaz eden kardeşler var. Bir yandan, ''Norveç'te de 22 saat oruç tutulacakmış yav.'' muhabbetleri, akıllarda ise 22 saat de olsa 2 saat de, geçip gideceği; son günün hüzünle geçeceğinin bilinci ve bayramda nerelere gidileceği düşüncesi.
     İmsakiyeler gelmede, takvimler mahyalara doğru yaklaşmada. Yürekler çarpmada. Camiler gelin olacakları düğüne hazırlanmada bin bir tatlı telaşla. Çadırlar, aşevleri şenlenmede doyuracağı her ruhu düşünerek. Çatallar-kaşıklar bile arınmada.



      Ben de ayların şahıyla yirmi üçüncü buluşmama hazırlanmadayım. Her sene daha da şevkle karşılayabildiğim için onu Yaradan'a şükürdeyim. 
     Gelin, hep birlikte şükre tutunalım. Ramazan şerbetlerini hazırlayıp gerek yüz yüze, gerek ''siber'' hasbihallere çıkalım. İftarla sahur arasında uyku tutmazsa o mübarek vakitleri şanına yaraşırca değerlendirelim. 
     Bir de bayramda araba tutması, güneş çarpması falan çekinceye kadar anneannelerin, babannelerin, dedelerin dizinin dibinde oturup dişler pes edinceye kadar badem şekerinin falan dibine vuralım.
     Bence çok da iyi güzel olur. 

Not: İmsakiyedeki hadis-i şerif: ''Oruçlu kimse döşeğinde uykuda bile olsa hep ibadette sayılır.'' Hz. Muhammed (s.a.v.)

Not 2: İmsakiyedeki Hz. Ali (r.a.) özlü sözü: ''Gelip geçicidir bu dünya, yoktur onda karar; örümcek ağı gibidir, dokunsan hemen kopar. Ey rızkını arayan! Yetişir bir-iki lokma; burada durucu değilsin, boşa yığınak yapma.''

İstifademiz bol ola.