“Acaba hangisinin parçası bu?” diye bir beden
büyükçe düşün palmiye saçlı. Yaşıtın hemen her kız çocuğundaki gibi tadımlık
boğum boğum bileğinde isminin yazılı olduğu altın künyen zorlasın büklümlerini.
Ensende hareler oluşturmuş, kıvırcık olmayla dalgalılık arasında çetin bir
kararsızlık yaşayan, skalada sarıdan açık kestaneye doğru nizam gösteren
saçların zemindeki tozları yutsun o henüz maksimum uzunluğuna erişmemiş kollarınla
koltuğun altına terk edilmiş fotoğraf karesi parçasına uzanırken.
“Onu
senin değil, benim bulmam gerekmez mi?” sesi, cümle soru edatına yaklaştığınca
yaklaşıyor. Artık irkilmiyorsun bile. Gayriaheste doğrulur, olabildiğince yavaş
çevirirsin boynunu ve birkaç yıldır aşina olduğun aynı pabuçları görürsün
zaten. Hayır, gerisini merak etmezsin; artık tiksindiğini mi yoksa hiçbir zaman
umursamamış olduğu mu idrak edemediğin hurda kasketi görmek istemiyorsun.
-Ah,
tabii. Sensiz olmaz.
Kadraj ünlüsü gülümsesin. Şimdi kesin o kasket de oynamıştır biraz
yerinden gerilen yanaklar hasebiyle. Gerilen sinsi yanaklar, sinsice gerilen
yanaklar… Dayanamaz olursun olabildiğine kısa hayatına alabildiğine esrar
katmaya.
-Bak,
bu onun geri kalanı. Tam sol omzundaki elimden yırtılmış baksana, işaret
parmağım burada duruyor. Evet, şimdi harika oldu.
İnsan bir fotoğrafın kopmuş parçalarını biriktirip karıştırarak onların
hangi büyük parçaya ait olduğunu bulmaya çalışmaktan ne anlar ki? Ya çok aptal ve boş ya da çok zeki ve
ulaşılmaz. Geçmişinin hatrı sayılır masum sabıkalarına bakılırsa ikinci
seçenek, yuvarlak içine alınması gereken.
Nefret ettiğin yaz mevsiminin eylüle çalan son günlerinden biri daha
bitmek üzere neyse ki, yan odanın önünde sağlam birer yalıtım
materyaliymişçesine üst üste dizilmiş, kalabalığı delip geçebilen o uğursuz
sesi duyduğunda. Şimdi bas bas bağıran bir leylek sürüsünce ses, uğuldayarak
sana ulaşmaya çalışacak ve muhtemelen oynanan Kulaktan Kulağa’dan sonra aldığı hal “Haydi gel, gel de kardeşini
gör! Hiç mi merak etmiyorsun?” olacak. Ve olasılıksızca, bir kardeş düşüncesi
beş yaşında yaramazlığının ve şımarıklığının baharında olan üç tam iki yarım
dişli bir erkek çocuğuna ne kadar itici gelse de olmayan köpek dişlerinin
yerinde esen yelle hasıl olan boşlukları göstermekten hiç çekinmeyerek ilk
kardeş nazarına vurulacak.
…
Ne
var ki ufaklığın dupduru zihni ve istemsiz masumiyetiyle boş bakan gri gözleri
griden laciverte ve lacivertten maviye dönerken de boş bakmaya devam ediyor. Eh,
herkesin bir kusuru olur; o da öyle güzel gözlü olmanın cezasını çekecek.
Hâlâ gaddar.
Ve
cânilik
perçinlenmeye amadeyken duruluk, bulanıklığa teslim olmama mücadelesi vermeli.
Öyle de olacak.
Asırlık
hipotez, kuram olma yolunda bir adım daha atacak.
On
sekiz yaşındaki tüm arkadaşlarının yaptığı gibi çizgi roman okumak gibi ebeveyn
takdiri dahilindeki aktiviteleri yapmak yerine o Anne Rice’ın aynı
adlıkitabındanuyarlanan –Klişeler tek kelime olsun ona göre.- “Vampirle Görüşme”
filminin on sekizinci seansını yeni bitirmiş, “Güzelliği Serbest Bırakma”
kitabına kaldığı yerden devam ediyor. Acelesi var, annesi her an niye böyle olduğunu hususundaki sorulara
cevap arama işlemine başlayabilir.
Kaldığı
sayfadaki kitap ayracını yerinden oynattığı anda odasından gelen sesi duyuyor.
Koşup bakmak yerine sesin sürekliliğini takip etmeye karar verecek. (Süreksizliğini
yeğliyor.) Aşağı kata inen demode terliklerin sesleri, bir kez sendeliyor.
Trabzanlar biraz sallanıyor. Odanın kapısı aşağı inen süratli gölgenin
hışmından biraz daha açılıyor yan odanın kapısıyla eşzamanlıca. Neredeyse küçük
bir “n” yapacak kadar kaskatı kesilmiş yatmakta. Soluksuz kalmamış fakat kalbinin çarpıntısı onu oksijensiz
bırakacabilecek kadar hunhar.
O
meşhur ilk müdahaleyi annesi yapmakta. Paniğin sebep olduğu el titremesinden
kurtulmaya çalışarak doktorun haftada iki kez anlattıklarını teker teker
uygulamaya çalışıyor: “Önce yavaşça vücut gevşetilecek, sonra ayaklar baş
hizasının biraz altında olacak şekilde yüksek bir materyalin üzerine konulacak ve
böylece kan akışı düzenlenmeye çalışılacak. “
İlgisinden çok kayıtsızlığı tercih edilen bir ağabey olarak yan gözle
bakıyor içeriye mutfağa gidiyormuş gibi yaparken. Hırlıyorsa sorun yok. Mırlıyor.
…
-Duygudan
bu kadar yoksun kalmayı nasıl başardın?
-Başar(t)ıldım.
Yapbozun en zor parçalarından birini yerine koyarken sol elinden daha
kemikli ve daha geniş ayalı sağ eliyle kızın önüne dökülmüş bir tutam saçı
kulak arkasına yapıştırırcasına yerleştiriyor. O anda Flunk’tan Cigarette Burns
çalmasını ne de çok istiyor evvelki harekete senkronize olarak. Son içtiği
sigara, hayatının en kirli ve zalim işini yaptığı gün paydosta içtiği Kırmızı
Winston. Kemikli, nikotin benekli, kafein içerikli parmaklarında can çekişiyor.
Ancak ona yakışır böyle leş kokulu bir
tütün. Üzerine sinmiş, leşe karışan bir başka ağırlaşmış ölüm…
-Tek
kurtuluşu(m) terk-i diyarıydı onun. Ne o daha fazla acı çekti ne ben ne de (y)aşamasız
hayatıma çok sonra dahil olan sen.
-Kanı temiz miydi?
-Kan
dökemeyecek kadar titizim. Akıtsam da allığıyla bir labirent oluştururdum,
simetrisinden. Neyse, biliyorsun zannımca; yastık falan… Kaz tüyü. Obsesifiyim.
…
Uzatmasızca,
en mutlu anı(sı)nı “ölümsüzleştirmek” istediğinden çağırıyor çapraz dükkandaki
fotoğrafçı sefilini eve. Minnacık çocuk, kardeşiyle fotoğraf istiyor; bir kare.
Ölümünü ölümsüzleştiriyor, kansızca vücuda gelen “ölümlüleştirme”yle.
…
-Hepimiz
arındık. Haydi parmağı yerine yapıştır dikkatlice.