12 Temmuz 2015 Pazar

Kırk Bir'den Hamim ve Kehf


     Hayırlı sahurlar,

     Ben Hamim. Fussilet Suresi'ni çok seven dedemin ebeveynlerim üzerinde ilk ve son kez kurduğu dominasyon üzere aldığım ismimle 12'den önce uyumaya tepki olarak doğdum. "Hiç masmavi çiçek var mı acaba?" gibi biraz feminen bir sorunun cevabını daha yeni buldum: Sardunya. Hayatımda tanıdığım ilk futbolcu, halamın kızının kendisine olan ekstrem düşkünlüğünden dolayı Nuno Gomes'tir.

     Hayatımın ilk yirmi dokuz yılını -ki bence yirmi dokuz otuzdan daha büyüktür- inanç kelimesini toplum içinde el açarak dua edemezcesine kullanmaya erinen ya da namaz kılarken odasına girilmesinden rahatsız olan bir "latecomer" baba gibi davranan / davranmak zorunda bırakılan bir arkadaş grubunun içinde sol eğilimlerim varmış gibi geçirdim. Bu bir prestijdi. İç Anadolu'nun bir alt kategorisini oluşturan ve yobaz addedilen ekstra ücra bir kasabanın dışarı okumaya gitmiş, parkalı aydın öğrencileri gibi.

     -"Bu kasabayı bir kalkındırıcaz."

     İsmimin kırk birinci surenin ilk ayeti olduğunu hiç kimsenin çakamaması, hatta milletin kendisini havalı bulması çok iş gördü yıllarca. Babama, oğlunun adını Kürşat koyup mimlenmesine sebebiyet veren babalar gibi davranmayıp dedeme izin verdiği için çok teşekkür ettim. Yirmi dokuzdan sonra ise bu teşekkürüm, ismimin bir ayet olmasına karışmadığı için olacaktı. İnşallah güzel ölmüştür.

     "Olmak" ile "ölmek" arasında, fonetik bir bağlantının ötesinde uhrevi bir ilişki de kurduğum için Türkçenin en güzel harf oyunu oldu bu iki kelime benim için. Yirmi dokuzdan önce de öyleydi. Yoksa penbenin pembe, çenberin çember falan yapılmış olmasına hep içerledim lakin "de" ayrı yazılmalıydı da. İlkokulda en iyi dersim Türkçeydi. Bir oğlan çocuğunun en iyi dersinin Türkçe olması çok garipti, kendine müstakbel bir mühendis gözüyle bakılmasına sürekli ket vuruyordu. Zira Şeker Portakalı'ndaki ağzı bozuk Zeze'ye ya da Asteroid 612'yi kendince revize etmeye çalışan ağlak Küçük Prens'e değil, gerektiğinde bu tarla takkanın en sofistike gerecini tamir edebilecek bir yedek reise ihtiyacı vardı bu evin!

     Sonra geç de olsa okumaya indim şehre. Geç olunca nefsine uyman çok daha kolay oluyor. Bizim mevzubahis arkadaş grubuyla kümülatif olarak şehre doğru dikey hareketlilik dalgası başlattık bizim memleketten. Sürünün kendini kaybedecek -ya da unutacak- mekanlar, akımlar, hipotezler... bulması işten bile olmuyor. High-Two diye bir bar bulduk kendimize dünyayı kurtaracak tüm solsal planlarımızı yapacak. High-Two, ismini, Ronnie James'in babaannesinin inançlarından "kapızlayıp" icat ettiği iddia edilen metal işaretinden alıyordu adını. High-five değildi de, high-two idi yani. Böyle vay belik anlamları olan adamları, kadınları ve mekanları severdik.

     Fakat ne hikmetse -tabii hikmet burda güzel durmadı, paraphrase ediniz rica ediyorum- ben hödük bir rockera yakışacak bira bardaklarını değil de, ince boyunlu şarap şişelerini severek ağır Louis Armstrongcu cazcı gibi davranıyor, aynı anda rakılı Müzeyyen Senar şarkılarını cover yapmaya çalışıyordum.
     Sonra çarşambaları fasıl hizmeti veren Çiçek Pasajı restoranı çakması bir kıyı köşe lokantasında arabesk-fantazi şarkılar söyleyen assolist bir kıza aşık oldum. High-Two'yu ve çerezli masalarını neredeyse bırakıp Yaşam Lokantası'nın kirli ekose örtülerinin üzerinde, ancak dünyaca ünlü bir yabancı aşçının yiyebileceği kadar pişmiş et yemekleri yemeye başladım. Hayatım tam bir fatal error ve epic fail duosu üzerine ilerliyordu.

     Aşık olduğum kız çok gururluydu, dışarıdan görünmeyen takvasına yakışmayacak ve onu sekteye uğratacak kadar gururlu. Sırf hasta annesine başkasının değil, kendi parasıyla bakabilmek için evlenmiyordu. Onu şimdi tanısak, queer içine hapsolmuş minibeyinlerimizle azılı bir yetmişler feministi zannederdik ama değildi. Beni çok severdi, biliyordum. Fakat her mahallenin bir Kardeşler Ltd. Şti. esnafı olduğu gibi her Yaşam Restoran türevinin de bir Marlon Brandosu vardı. Kahrolasıca, adamlarından birinin şarjörünü neredeyse kızın on birinci omurunun üzerine boşalttırmak suretiyle felç bıraktı onu.

     Nilhan -ki muhtemelen gerçek adı bu değildi ama hiç öğrenmek istemedim bir gerçek ismi vardıysa da- ile senkronize seyretti hastalıklarımız. Onun durumu kötüleştikçe ben isyana daha çok saplandım. Onu ziyarete sık sık gidemiyordum da, adamların benim ensemde olmasını geçin; önemli olan onun ensesiydi. Bir üç mart günü ziyaretine gittiğimde sigara içmekten iyice mahvolmuş ses tellerinden hırlayarak şöyle seslendi bana:

     -Ahmet Özhan.


     Bu isim ve soyisimden sonra sesini bir daha duyamadım. Sesini iyice kaybettiği için değil, onu kaybettiğimiz için.


     ***

     Burada yirmi dokuzdan otuza geçiyoruz.
     Burada, High-Two sayfasını kapatıyoruz. Yaşam zaten kapandı.
     Burada double-cross ve twin pedal davullardan, Fender Stratocaster gitar hayallerinden, ilk öğrendiklerim elbette nihavent, rast ve saba olan makamlara geçiyoruz.
     Burada, olmayan dinimizden ihtida ediyoruz.

     ***

     Ahmet Özhan'ın söylediği ilahileri dinleyip kavram araştırması yapmaya başladım. Sondan başa gitmek gibi oldu biraz ama inşallah oldu. Okulu bir yıl dondurup çılgın gibi kütüphane karıştırmaya başladım. İlk başlarda -klasik- kavram araştırması, bilgilenme vs. formunda yürüyen çalışmalar Nilhan'ın ölümünün ikinci yılında meyvesini verdi. O yılın Ramazanının üçüncü gününde hayatımda ilk kez oruç tuttum ve ilk namazımı oturduğum köhne mahallenin rutubetli ve belki bir tek bana şirin görünen camisinde teravihle kıldım. Yine sondan başladım yani. Sanırım tarzım bu.

     O yılın sekizinci ayında nüfus müdürlüğüne gidip ismimi Yemliha Hamim olarak uzatmak üzere dilekçe verdim. Ashab-ı Kehf'e kafayı takmıştım. Yurtiçinde Ashab-ı Kehf'in uyandığı varsayılan ne kadar mağaralı yer varsa gittim, gördüm. Hatta İzmir tarafındakine gittiğimde başıma güneş geçmesini sağlayıp iki-üç gün havale halinde yattım. O sırada iyileşince bir köpek alıp adını Kıtmir koymayı düşünerek heveslendim durdum. Tabii iyileştikten sonra "yemedi". Ben ve köpeğim bu ismi kaldıramazdık. Bizim mahallenin uyuşuk köpeğinin adını en düz mantıkla ""kız bizim hatun" manasında Jin koydum çünkü dişiydi ve çok anaçtı. Bir ton köpek ve kedi büyüttü. Bir keresinde bizim derede kaybolan ördek yavrusuna bile baktırdık kendisine.

     Dondurduğum okuldan kaydımı aldırdım, cidden mühendis falan olamayacaktım. İsmini bile duymak bende "mühendisit" gibi bir hastalığa yol açıyordu. En basit ve açık gerekçeyle arkadaşlarıma ve çevreme "Oğlum kafam basmıyor cidden." dedim. Annem kendimi sıksam tabii ki de en güzel bir şekilde bastığını ama çok tembellik yaptığımı söyler. Onunla bunu tartışmaktan yoruldum.

     -Anne zaten lisede de hep sözel zekam fazla çıkıyordu rehberlik testlerinde ya!

     Açıktan sosyoloji okumaya karar verdim çünkü ücra bir kasaba-köyden yetişmek yıllar sonra dönüp üzerinde araştırma yapmayı gerektirirdi.


     Üç gün sonra düğünüm var. Annemin "the köşedeki birikmiş"iyle ve benim evladiyelik part-time hikayelerimin zulasıyla halletmeye çalışacağız inşallah.

     Eski arkadaşlarımdan -hani şu bizim ilk çekirdek ekip, solsal olan- biri vuruldu, Selma ile Nazif evlendi; İbrahim asla dine dönmedi.

     Nilhan'ın annesine müstakbel eşimle birlikte bakmaya devam edeceğiz, Asiye bunu Nilhan'ın annesi olduğu için değil, bakıma ihtiyacı olan, yatalak, dünyanın en tatlı insanlarından biri olduğu için yaptığımızı anlayacak kadar Müslüman çok şükür.

     High-Two duruyor, yanına açılan kocaman "pub"ların yanında tam bir ihtiyar delikanlıymış. Yakınından hiç geçmedim uzun zamandır.

     Orta ikinci sınıftan bu yana fırsatım, imkanım, kalemim, defterim, takatim... olduğu sürece tuttuğum günlük meselesine üç gün sonra nokta koyma kararı aldım. Son bir envanter olarak bunu saklayacağım işte. Evde bana bir çekmece yetecek yani. Babamın kapağını bizim inatçı ceviz ağacından yapıp içini diktiği defterim ve gittikçe modernleşen türevleri ile Ahmet Özhan albümleri için.


     Bir tımarcı olarak; kolay ev temizliği için küçük, benim için büyük bir adım.

21 Nisan 2015 Salı

Dear Jamie Oliver...

     İnsan, hayatında ya da hayatı için kimin neden, ne kadar ve nasıl ehemmiyet ihtiva edeceğini bilemiyor hiçbir zaman. Büyük konuşmak, en çok bunun için sakıncalı belki de. Büyük ebeveynlerle bol bol "aman büyük konuşma guzum seansları" yapılmalı bedavaya.

     Bugüne çok da uzak olmayan bir yılın sonları ve birinin tamamı, benim hayat dersi yoğunluğu en fazla olan dönemlerim oldu hayali bir grafik çizecek olursak. Dersi tam olarak anlayıp anlamadığımdan emin değilim hâlâ uçlarda yaşamaya meyilli biri olarak fakat fark ettim en azından. İnsanın içinden başka benler çıkaran dönemlerin yaşaması travmatik olsa da önemliliğini mesela. (Travmatikte v harfi m'den önce yazılıyor, bunu artık ezberledim ve şu anda Franz Ferdinand - Take Me Out dinliyorum.)


     Sebepleri çocukluğa inme sebebi olan bir kendim ettim kendim buldum hastalığıyla boğuşma hikayesinin nasıl enternasyonel bir vakaya dönüştüğünün hikayesi bu aslında. Odd to yiyememe.

     Tedavi sürecine, iki yandan, anne emrivakileriyle zar zor başlandığında sekiz yaşında normal bir çocuğun bünyesinde barındırdığı yağ oranından dahi daha azdı (-mış) bendeki. Sınava hazırlandığım için yatarak tedavi elzem olmasına rağmen tercih edilmeyecekti bir terslik olmadıkça, önce kafa sonra mide açılmaya çalışılacaktı. "Hande, ölüyorsun!"lar peş peşe geliyordu fakat insan bazen çok Tumblr, ölmekten ya da ölüyor olmaktan falan ergence zevkler duyabiliyor.
     Normal bir insanın yiyerek ayda sekiz on kilo falan verebileceği bir tempo ile başladı hayata döndürülme sürecim. Neredeyse gün aşırı ziyaret edilen beyaz koridorlar ve her gün merhabalaşılan elips haplar da cabası. Fakat başta belirttiğim gibi, bunlar hiçbir önem arz etmeyebiliyor ufak görünen ögelere nispeten. Ne bir ızgara, ne bir tereyağı, ne bir antidepresan, ne bir Ülker Çikolatalı Gofret ufak bir ünlem cümlesi dışında etkili oldu belki. (Elbette hepsinin hayati önemi vardı, iki diş çikolatanın önemi olur mu, demeyin. "Bir daha yiyemeyeceğim nasıl olsa." endişesiyle bir kitabın arasında bütün tatlı ambalajlarını biriktirdiğimi düşünürsek, dehşetengiz bir öneme sahip.)

     O yılın aralık ayında yeni bir kanal yayına girdi: 24Kitchen. Meraklısına gastronomi kanalı. Dünyanın birçok ülkesinden alanında uzman şefler hem göze hem mideye hitap eden tarifler yapıyor, birbirleriyle yarışıyorlardı adeta. Annem keşfetmiş D-Smart'ın elli küsuruncu kanallarında. (Elli ikiydi.) Annemin amacı bana yemek yemeyi sevdirmekti elbette. Ben de oldum olası yemek yapmayı yemekten çok sevdiğimden (belki eşittir) tuttum kanalı. Dershaneden gelince yemek aralarında, ara öğünlerimi yerken vs. izliyorum sürekli ya da akşam ders arası verdiğimde. Zaten ilk başlarda öğlen yağsız tuzsuz ızgara ve akşam altı kaşık sebze yemeğinden oluşan öğünlerim ve gittikçe üç kurabiye iki dilim keke dönüşmesi gereken ara öğünlerim birer saat falan sürüyor bir lokmayı iki dakikada çiğneyebildiğim için. Onun dışında da elimde ya bulaşık, ya kardeşim okuldan gelince hazırlanacak yemek ya da kalem oluyor. Mis.

     Bir akşam otururken bir program çıktı: "Jamie ile 15 Dakikalık Yemekler" (Jamie's 15-Minute Meals). Yerinde duramayan bir adam on beş dakikada iki üç tane yemek yapıyor. Döke saça, kargacık burgacık ama çok neşeli, feci hayat dolu. Gıdalarla aşk yaşıyor. Gitarını çalarken kendinden geçen Dave Murray gibi yaptığı susamlı tavukları indiriyor mideye. (Gerçi ilk izlediğim programda spagettili sebzeli ördek yapmıştı galiba.) Başım dönüyor hızını takip etmeye çalışmaktan, benim bir saatlik yemek oluyor bir buçuk saat. Ama olsun, yemek yemeyi sevmeye başlıyorumdur artık belki. Belki annemle yemeğin içine azıcık hayvansal yağ koyduğu ve bu midemi sıktığı için tartışmayacağımdır artık. Vesaire.
   
     Ay aralık olduğu için bu programa ve diğer iki Jamieli programa ek olarak Jamie'nin kendi ailesiyle yaptığı yılbaşı programlarını yayınlamaya başlıyorlar o zaman. Essex'teki kendi kocaman bahçeli evlerinde bahçe lavabosunda düşüre saçıra domates yıkayan, kucağında çocuk kebap yapan, bahçedeki boş bir kasayı "Ben biraz pislik severim." diye ters çevirip üzerinde soğan doğramaya başlayan, kocaman fırınına pideler atıp duran, ustası Gennaro Contaldo ile bazen mantar toplayan bazen de Floransa'da pizza yapan bir adam. Kanalın ilk zamanları olduğu için genellikle aynı programların bölümleri var ama olsun, ben hepsini dost belleyip jinglelarını bile ezberliyorum. Rudolph van Veen, Lorraine Pascale, Anthony Bourdain, Bill Granger, Lucinda Scala Quinn, Annabel Langbein ve ilk nesil diğerleri... Rudolph bir baba edasıyla pasta kreması sürüyor, Lorraine ikide bir ev ekmeği yapıp duruyor örgü şekli verip, odun sobasının üzerine kestane atmışım gibi hissediyorum; Anthony her yeri gezip duruyor, Lucinda ununu elemiş eleğini asmış, tüm yemeklerden sonra üstüne bir de Kuru Kahveci Mehmet Efendi'den diye gösterip Türk Kahvesi yapıyor, Bill Avustralya'da paso parti verip çocuk eğlendiriyor, Annabel tarlalarda avokado topluyor falan. "Deli olacağım, yemek yemek bu kadar zevkli miydi ya?! Her şeyin tadını unutmuşum, burdakilerin hiçbirinin tadını hatırlayamıyorum." 

     Fakat hepsinin hakkını teslim ederek söylüyorum, hiçbiri Jamie Oliver'ın yaptığı bir yemeğin herhangi bir lokmasını ağzına attığında kendinden geçerek "Hmm, cennetten çıkma!" deyişi kadar "aydınlatamıyor" beni. "Nasıl ya?" diyorum, "O kadar mı yani?" Ve bunu her gün defalarca duydukça belki, aylar aylar sonra, elbette anneciğimin ve iki canım doktorumun çabasıyla ilaçlarımı babamdan saklamamaya başlıyorum yavaş yavaş ve bazen dereotlu poğaçaya terfi edebiliyorum.

     Doktorlarımdan biri her seansımız için sürekli yazmamı istiyor ve "ona sürekli ve böyle uzun uzadıya yazan tek danışanı olduğum için" teşekkür ediyor bana. Hazır ders aralarında yazmaya alışmışken annemin "Bu kadar ne yazıyorsun?"larına aldırmadan yemek masasına bilgisayarımla çekilip Word'ü açıyorum. Hiç sevmediğim default Calibri fontuyla alelacele bir başlık atıyorum: APPRECIATION.

     Evet, bana tedavi sürecimde bilmeden delicesine yardımcı olan Jamie Oliver'a teşekkür mektubu yazıp gönderecektim ve çok kararlıydım. Yaza sile saatler içerisinde -insan çok önemli şeyleri saçamıyor hemen etrafına- sadece iki paragraf yazabilmiş olsam da gönderecektim. "Dear Jamie Oliver..." diyordum klişelerden klişe beğenerek, "I have no idea about how to..." On Eylüldü. Zorlu Center'da açılan Jamie's Italian'ın açılışına gidip teşekkür etmeyi bile düşünmüştüm. Ya da bilmiyorum, eşine mi ulaşırdım.


 Bugün Belgelerim klasöründe dolaşırken bu docx dosyasını buldum.  Bulunca gülümsedim, açıp bakınca daha çok gülümsedim. Acılı bir  gülümsemeydi belki ama bilirsiniz, acı iştahı açar.

     Tedavi süreci uzun sürdü elbette, bunu daha acıklı daha sıcağı sıcağına  kaleme aldım ama o aldığım yerde kaldı. Geri Dönüşüm Kutusu'nu Boşalt'a tıklayamadım hâlâ kafamda, en azından teker teker siliyorum daha ama herhalde imkanım olsa bir yandan pastacılık ya da ufak ama sıradan olmayan bir restoran işletmeciliği de yapardım.

     Mektubu hâlâ göndermedim ama bir gün göndereceğim, buna inanıyorum.
     Psikoloji kaale alınması gereken biri.

22 Mart 2015 Pazar

Highway to Rayihâ


     Her kokudan bir hatıra çıkarmayı sevmiyorum.

     Kütüphane lavabosunda el yıkarken aklıma mide spazmı olduğum günler, Caldion marka deodorant kokusu duyunca on yaşında falan gittiğim Vertical Limit'i o zamanların meşhur Antalya Megapol sinemasında izlerken -bizim ilçede yazları talep olmadığından kapanan sinema yok tabii o vakitler- aşırı sıcak salondan filmin yarısında çıkışımız (acaba o filme beni nasıl almışlardı bi de?) ya da Mulan niyetiyle gidip yer olmayınca Meet Joe Black'e (1998) girdiğimde bir otobüsün aldığı reklamda gördüğüm Claire Forlani'nin Julia Roberts'a benzemesiyle aklıma gelen Notting Hill'i evde izlerkenki yer fıstığı kokusu (yoksa o 2000 UEFAsını izlerken duymuş olabileceğim karpuz kokusu muydu?), Activex sabun alırken sınava ikinci kez hazırlanıp yine hiç çalışmadığım yıl (2009) geliyor. Gelmesin mesela. 
     Beynin koku alma ve kokuyu şekillendirme merkezi çok ilginç. "Beyin zehir" tabiri caizse. Duyulan bir şarkının kötü bir ânı hatırlatmasından daha zalim. Bir de hatırlanmak istenmeyen isimler var elbette. O konuya hiç girmiyorum. 
     Bir kere, "koku" kelimesi baştan arızalı. Saçma sapan eklerle türetilmiş kelimelerle anlaşamıyoruz. (Top 3: 1- olay (Türkçede "-ay" diye bir yapım eki yok iken... Long live Güneş Dil Teorisi!) 2- etkinlik 3- dergi/silgi/çizgi) Bilmem, belki Arapça ve Farsça kelimelerle kafayı bozmuş bir "İslâmcı"yımdır. Sahi, kokunun Arapçası rayihâ. Bakın, bu ciddi bir müstakbel kız çocuğu ismidir.
      
     Koku insanı katil edebilir, Allah muhafaza. "Hayır, artık duymak istemiyorum! Çat!"
     Dedemin ruhsatı dolmuş bir tabancası vardı. Yüklüğün alt çekmecesinde yıllarca durmuş ve ben onu ilaç kutusunu bulup tüm hapları ağzına dolduran bir çocuk olarak yıllarca bulamamıştım. Sonra ceza geldi bir gün. 

     Kokulara ceza kesmek istiyorum. 

     Hepsinden bahsetmiyorum tabii bunların. Mesela bugün ayın yirmi ikisi. Bir hafta sonra Antalya'da hava portakal çiçeğiyle dolacak. Bir Akdenizli olarak bu kokunun müdavimi olmamak elde değil. Çayını, reçelini yapmak şart. 

     Sanırım altıncı sınıfa geçtiğim yaz Antalya Memurevleri'ndeki yazlık dairemizin karşı komşusu olan arkadaşıma -Zehra mıydı adı?- doğum gününde deodorant almıştım. Masa üstü süslerini, işe yaramayacak, evin içinde gereksiz suretler teşkil edecek bibloları oldum olası haz etmem. "İşe yarayacak bir şey olmalı, bitsin ki damakta tadı kalsın." diye düşünmüştüm, öyle hatırlıyorum. Kıytırık bir deodoranttı zira orta birin makarna salatalı, sosisli milföy börekli doğum günü kutlamalarından birine gidecekti defter kabıyla kaplanıp. Zehra bana "parti"den sonra "Hande, sana çok teşekkür etmek istiyorum. Herkes aynı tip hediyeler getirirken sen bana hem işe yarayacak hem de damakta tadı kalacak, hep hatırlanacak bir hediye getirdin. Çok teşekkür ederim." gibi bir konuşma yapmıştı. (Belki benim Dikey Limitli Caldionum gibi hatırlıyordur beni o kokuyu duyunca tabii, bilemiyorum. İnşallah portakal çiçekli form çayı gibi hatırlasın.) Ben de o döneme aiden apartmanın benim odamdan taraftaki bahçe duvarlarına yazılmış "şeytan", "satan" yazılarını görüp ara ara uyuyamadığımı ve o zamanlar annemin yeni aldığı deri kordonlu saatimin lunaparkta koşuşturup terleyince yaptığı kokuyu hatırlıyorum. 

     Bence parfüm kullanmak the binyediyüzseksendokuz Vatandaşlık ve İnsan Hakları Bildirgesi kanunlarına göre yasaklanmalı hepten. ("Before the law, no-one can use perfume if he bothers anyone else.") Çünkü burada benim özgürlüğüm başlıyor falan.

     ...

     Bir de duymadan alınan kokular var. Al-Kauthar dinleyince hiç gitmediğin Endülüs'ü koklamak (bu hiç bitmesin isteneni), 3 Doors Down dinleyince laçka olmuş ergen ilişkileri duymak gibi. Maiden dinlerken sütlü çay içiyorum mesela henüz hiç denemediğim. (Vintage-metal mixture - Eau de toilette

     "Sıradaki şarkımız bir sonraki rayihâmıza gelsin." 
     Kokuya şarkılı göndermeler yapmak.

     Çok sevdiğim kokuları, bir sürü dolaylı sevmediklerim için harcayabilirim. Dolayısıyla bir koku uğruna insan harcayan adamın hikâyesi olan Koku filmini izlemedim, izlemiyorum. Obsessive compulsive disorder in an advanced stage on the road of bipolar affective disorder tanısı bunu gerektirir. 

     Feridun Düzağaç kendini kendinden çıkarınca bile sıfır kalmıyor, ben sevmediklerimden sevdiklerimi çıkarınca bile yüzlerdeyim hâlâ. 
     Kulaklarımla koklayacağım bundan sonra.