Doksanlardan bir yıl, bilmiyordum hangisi; sonra anacaktım. Bilmemem normal karşılanırdı zira hem üç ya da beş yaşlarında bir bebeydim henüz hem de doksanların çoğu ''kana susamıştı''. Her bucaktan, her köşeden, her diyardan bir ölüm, bir katliam, bir kıyım, terör, ateş fışkırıyordu; hayatımda kokusunu hiç almadığım barutu midemde hissediyordum neredeyse. Öyle bir yürek kanatan dönem.
Aylardan bir ay, hangisi olduğunun farkında değildim. Havalardan hatırlamaya çalışsam? Yazı kışı da karıştırmıştım işin kötüsü, olmuyor(du). Kış olsa başı dumanlı dağlardan şehit haberleri gelir, yaz olsa bilmem hangi kasabada ölümler... Böyle bir insanlık imtihanı çağı.
Bosna Hersek diye bir yer var, kardeş bize; bunu biliyorum bir. Sarı, dümdüz, ipek saçlı çocuklar var; gözleri renkli. Öyle gösteriyorlar. ''Kardeşler.'' diyorum içimden. Fakat o kardeşlerin bir sıkıntısı var hep, televizyon onları hiç gülerken göstermedi, göstermiyor. Bir ip atlasalar, saklambaç oynasalar, ne bileyim, koşuştursalar ya! Yok. Galiba bende bir gariplik var ya da sarı ipek saçlı çocuklar koşmazlar.
Sarı ipek saçlı çocukların gözleri gülmez, ağlar. Biz çocukların renk değiştirmeye meyilli gözleri üzerimize giydiklerimize göre renk değiştirirken o sarışın kardeşlerin gözleri ya ailelerini bırakıp geldikleri çorak toprakların gri rengini alır yahut tabutların yeşil rengiyle boyanır. Koskoca deniz mavisi gözler vicdansızlıkla boyanır her nasıl oluyorsa!
Aklımın ermeye başladığı yaşlar işte, bilmiyorum. Ermese de gözlerime silahlar, tüfekler yansıyor ufak televizyon ekranından. Küçücük anneleri var çocukların, babalar nerde ama? Bazısının yanında da abiler var, babaları olabilir mi? Ama benim babamdan çok küçük bu abiler? Delirmemek için düşünmemeye çalışıyorum.
Birilerine ateş püsküren amcalar var televizyonda. ''Dünya yine kulağını gözünü kapadı!'' diyorlar. ''Seyirci kaldı.'' Oysa ben izlenecek bir çizgi film göremiyorum ya da ortada bir film var ve günlerdir izlediğim şeyler bir aksiyon filminin sahneleri?
Ah öyle olsaydı Srebrenitsa. Kurgu olsaydın sadece, o küçük çocukların da birer figüran. Bizler de seyirci. Aynı bir patlamış mısırlarını alıp ekran karşısına geçmedikleri kalan o zamanın ''dış güçler''i gibi. Tek farkla, ekranın diğer tarafındakiler gerçek olmayacaktı. Öyle bir kurgu olsaydın ya Bosna...
''Yine olsa yine yaparım!''cılar hala buralarda kol geziyor Srebrenitsa, hiçbir şey değişmiş değil. Bütün terörün, katliamın, sıcak çatışmanın kol gezdiği o doksanlar gibi yine bir yerler. Hala abartılan bir şeyler, eter koklatılıp uyutularak susturulan gerçekler var. Bazıları hala çok korkak, bazıları hala çok duyarsız kardeşler.
Ama biz biliyoruz, biz duyuyoruz, biz anlıyoruz ipek saçlı kardeşler. Çocuk duyarlılığıyla yüreğimize işlendi tüm dünyanın yansımasını gözlerinde taşıyan Bosnalı dindaş kardeşler. Ben sizleri televizyon ekranında gördükten iki gün sonra siz de kurban gittiniz belki bu bitmek tükenmek bilmeyen insanlık ayıplarından birine Srebrenitsa'da.
Çok sonra öğrendik. Gözleriniz can mezarlarınızın üzerindeki çiçeklere gelen mavi kelebekler kadar maviydi, onlar da sizin hayata tutunmaya çalışan gözlerinizin eksik parçasını tamamlamaya gelmişlerdir zaten herhalde.
O zamanın çocukları sizinle kanadı, sizinle buruklaştı, sizinle ağladı. Öyle saflardı ki sizin gibi, sizinle de ölürlerdi. Tıpkı sizlerin de onlar için ölebileceği gibi. Hiçbir şey beklemeden, çıkarsızca, deniz gözleriniz, ipek saçlarınız için. Kardeşsiniz diye... Çünkü kardeşle ''atta''ya gidilirdi hep.
Günlerden bir gündü doksanlarda, net anımsamıyordum. Bosnalı bir çocuk güzel gözlerini kapatırken bana da gel diyordu:
-Gel. Orda anlaşabilmek için Türkçeye, Boşnakçaya gerek yok.
-Gel. Güzeller güzeli cennette mis kokulu çiçekler koklayıp hiç insan değmemiş oyunlar oynayalım.