21 Nisan 2015 Salı

Dear Jamie Oliver...

     İnsan, hayatında ya da hayatı için kimin neden, ne kadar ve nasıl ehemmiyet ihtiva edeceğini bilemiyor hiçbir zaman. Büyük konuşmak, en çok bunun için sakıncalı belki de. Büyük ebeveynlerle bol bol "aman büyük konuşma guzum seansları" yapılmalı bedavaya.

     Bugüne çok da uzak olmayan bir yılın sonları ve birinin tamamı, benim hayat dersi yoğunluğu en fazla olan dönemlerim oldu hayali bir grafik çizecek olursak. Dersi tam olarak anlayıp anlamadığımdan emin değilim hâlâ uçlarda yaşamaya meyilli biri olarak fakat fark ettim en azından. İnsanın içinden başka benler çıkaran dönemlerin yaşaması travmatik olsa da önemliliğini mesela. (Travmatikte v harfi m'den önce yazılıyor, bunu artık ezberledim ve şu anda Franz Ferdinand - Take Me Out dinliyorum.)


     Sebepleri çocukluğa inme sebebi olan bir kendim ettim kendim buldum hastalığıyla boğuşma hikayesinin nasıl enternasyonel bir vakaya dönüştüğünün hikayesi bu aslında. Odd to yiyememe.

     Tedavi sürecine, iki yandan, anne emrivakileriyle zar zor başlandığında sekiz yaşında normal bir çocuğun bünyesinde barındırdığı yağ oranından dahi daha azdı (-mış) bendeki. Sınava hazırlandığım için yatarak tedavi elzem olmasına rağmen tercih edilmeyecekti bir terslik olmadıkça, önce kafa sonra mide açılmaya çalışılacaktı. "Hande, ölüyorsun!"lar peş peşe geliyordu fakat insan bazen çok Tumblr, ölmekten ya da ölüyor olmaktan falan ergence zevkler duyabiliyor.
     Normal bir insanın yiyerek ayda sekiz on kilo falan verebileceği bir tempo ile başladı hayata döndürülme sürecim. Neredeyse gün aşırı ziyaret edilen beyaz koridorlar ve her gün merhabalaşılan elips haplar da cabası. Fakat başta belirttiğim gibi, bunlar hiçbir önem arz etmeyebiliyor ufak görünen ögelere nispeten. Ne bir ızgara, ne bir tereyağı, ne bir antidepresan, ne bir Ülker Çikolatalı Gofret ufak bir ünlem cümlesi dışında etkili oldu belki. (Elbette hepsinin hayati önemi vardı, iki diş çikolatanın önemi olur mu, demeyin. "Bir daha yiyemeyeceğim nasıl olsa." endişesiyle bir kitabın arasında bütün tatlı ambalajlarını biriktirdiğimi düşünürsek, dehşetengiz bir öneme sahip.)

     O yılın aralık ayında yeni bir kanal yayına girdi: 24Kitchen. Meraklısına gastronomi kanalı. Dünyanın birçok ülkesinden alanında uzman şefler hem göze hem mideye hitap eden tarifler yapıyor, birbirleriyle yarışıyorlardı adeta. Annem keşfetmiş D-Smart'ın elli küsuruncu kanallarında. (Elli ikiydi.) Annemin amacı bana yemek yemeyi sevdirmekti elbette. Ben de oldum olası yemek yapmayı yemekten çok sevdiğimden (belki eşittir) tuttum kanalı. Dershaneden gelince yemek aralarında, ara öğünlerimi yerken vs. izliyorum sürekli ya da akşam ders arası verdiğimde. Zaten ilk başlarda öğlen yağsız tuzsuz ızgara ve akşam altı kaşık sebze yemeğinden oluşan öğünlerim ve gittikçe üç kurabiye iki dilim keke dönüşmesi gereken ara öğünlerim birer saat falan sürüyor bir lokmayı iki dakikada çiğneyebildiğim için. Onun dışında da elimde ya bulaşık, ya kardeşim okuldan gelince hazırlanacak yemek ya da kalem oluyor. Mis.

     Bir akşam otururken bir program çıktı: "Jamie ile 15 Dakikalık Yemekler" (Jamie's 15-Minute Meals). Yerinde duramayan bir adam on beş dakikada iki üç tane yemek yapıyor. Döke saça, kargacık burgacık ama çok neşeli, feci hayat dolu. Gıdalarla aşk yaşıyor. Gitarını çalarken kendinden geçen Dave Murray gibi yaptığı susamlı tavukları indiriyor mideye. (Gerçi ilk izlediğim programda spagettili sebzeli ördek yapmıştı galiba.) Başım dönüyor hızını takip etmeye çalışmaktan, benim bir saatlik yemek oluyor bir buçuk saat. Ama olsun, yemek yemeyi sevmeye başlıyorumdur artık belki. Belki annemle yemeğin içine azıcık hayvansal yağ koyduğu ve bu midemi sıktığı için tartışmayacağımdır artık. Vesaire.
   
     Ay aralık olduğu için bu programa ve diğer iki Jamieli programa ek olarak Jamie'nin kendi ailesiyle yaptığı yılbaşı programlarını yayınlamaya başlıyorlar o zaman. Essex'teki kendi kocaman bahçeli evlerinde bahçe lavabosunda düşüre saçıra domates yıkayan, kucağında çocuk kebap yapan, bahçedeki boş bir kasayı "Ben biraz pislik severim." diye ters çevirip üzerinde soğan doğramaya başlayan, kocaman fırınına pideler atıp duran, ustası Gennaro Contaldo ile bazen mantar toplayan bazen de Floransa'da pizza yapan bir adam. Kanalın ilk zamanları olduğu için genellikle aynı programların bölümleri var ama olsun, ben hepsini dost belleyip jinglelarını bile ezberliyorum. Rudolph van Veen, Lorraine Pascale, Anthony Bourdain, Bill Granger, Lucinda Scala Quinn, Annabel Langbein ve ilk nesil diğerleri... Rudolph bir baba edasıyla pasta kreması sürüyor, Lorraine ikide bir ev ekmeği yapıp duruyor örgü şekli verip, odun sobasının üzerine kestane atmışım gibi hissediyorum; Anthony her yeri gezip duruyor, Lucinda ununu elemiş eleğini asmış, tüm yemeklerden sonra üstüne bir de Kuru Kahveci Mehmet Efendi'den diye gösterip Türk Kahvesi yapıyor, Bill Avustralya'da paso parti verip çocuk eğlendiriyor, Annabel tarlalarda avokado topluyor falan. "Deli olacağım, yemek yemek bu kadar zevkli miydi ya?! Her şeyin tadını unutmuşum, burdakilerin hiçbirinin tadını hatırlayamıyorum." 

     Fakat hepsinin hakkını teslim ederek söylüyorum, hiçbiri Jamie Oliver'ın yaptığı bir yemeğin herhangi bir lokmasını ağzına attığında kendinden geçerek "Hmm, cennetten çıkma!" deyişi kadar "aydınlatamıyor" beni. "Nasıl ya?" diyorum, "O kadar mı yani?" Ve bunu her gün defalarca duydukça belki, aylar aylar sonra, elbette anneciğimin ve iki canım doktorumun çabasıyla ilaçlarımı babamdan saklamamaya başlıyorum yavaş yavaş ve bazen dereotlu poğaçaya terfi edebiliyorum.

     Doktorlarımdan biri her seansımız için sürekli yazmamı istiyor ve "ona sürekli ve böyle uzun uzadıya yazan tek danışanı olduğum için" teşekkür ediyor bana. Hazır ders aralarında yazmaya alışmışken annemin "Bu kadar ne yazıyorsun?"larına aldırmadan yemek masasına bilgisayarımla çekilip Word'ü açıyorum. Hiç sevmediğim default Calibri fontuyla alelacele bir başlık atıyorum: APPRECIATION.

     Evet, bana tedavi sürecimde bilmeden delicesine yardımcı olan Jamie Oliver'a teşekkür mektubu yazıp gönderecektim ve çok kararlıydım. Yaza sile saatler içerisinde -insan çok önemli şeyleri saçamıyor hemen etrafına- sadece iki paragraf yazabilmiş olsam da gönderecektim. "Dear Jamie Oliver..." diyordum klişelerden klişe beğenerek, "I have no idea about how to..." On Eylüldü. Zorlu Center'da açılan Jamie's Italian'ın açılışına gidip teşekkür etmeyi bile düşünmüştüm. Ya da bilmiyorum, eşine mi ulaşırdım.


 Bugün Belgelerim klasöründe dolaşırken bu docx dosyasını buldum.  Bulunca gülümsedim, açıp bakınca daha çok gülümsedim. Acılı bir  gülümsemeydi belki ama bilirsiniz, acı iştahı açar.

     Tedavi süreci uzun sürdü elbette, bunu daha acıklı daha sıcağı sıcağına  kaleme aldım ama o aldığım yerde kaldı. Geri Dönüşüm Kutusu'nu Boşalt'a tıklayamadım hâlâ kafamda, en azından teker teker siliyorum daha ama herhalde imkanım olsa bir yandan pastacılık ya da ufak ama sıradan olmayan bir restoran işletmeciliği de yapardım.

     Mektubu hâlâ göndermedim ama bir gün göndereceğim, buna inanıyorum.
     Psikoloji kaale alınması gereken biri.