22 Kasım 2013 Cuma

Dosya Adı: Pazartesi Sidiromu ve Kışı Daha Sevmek

     Bugün kışı sevdim. Ne hikmetse. İşte bilirler falan ne bileyim, "yazcı"yım ben. Yok değil, alabildiğine klişe bir "Ben Akdenizliyim aabi." havası değil. Öyle olsa sevmeye çabalamazdım kışları. "Aslında güzel be." diye telkinlerde bulunup kendime, avutmaya çalışmazdım zat-ı âlimi harfler teker teker bir hücremden girip diğerinden çıkarken. Hoş, elbette "sevmeme" gibi bir hâl söz konusu olamaz. Benimki kolaya kaçma işte, anlarsınız; hepimizinkinden. Kışı sevmeme değil, yazı daha çok sevme. Hatta sevmeydi sanki, an itibarı ile.

   


  Bilgisayarın ekranı kendine gelip ıssız adaya düşen iki deli seyyahın "kara göründü gözleri" gibi parlaklığıyla aydınlatıncaya dek ortalığı, ışığı açmadım bugün. Hava kapalı, "yağsa rahatlayacak teyzeli" bir hâlet-i ruhiyede. "Ne güzel hava be!" diyor dilim. Bir hayli evde pinekleyesim var demek ki. Yok, çıkarım da aslında ama, ne bileyim evi de özlemiş hani burnum günlerdir. Ne sindiriyorsak artık dört duvarın içine hepimiz karakteristiklikle kokutuyoruz kenarı-köşeyi. Kendimize has. Yemek, çorba, kek, gardırop, karpuzlu sakız -Vivident-, çamaşır yumuşatıcısı -Yumoş-, yeni alınmış çanta, yeni kapatılmış elektrikli süpürge, diş macunu -Sensodyne-; ev, ne bulduysa hunharca içine çekiyor hepsini. Günün belirli zaman dilimlerinde de bir tanesini öne çıkarıyor kreasyonunu sergileyecek olan modeli podyuma uğurlayan modacı gibi.
     Küçükkenki pazar günlerinde de böyle olurdu hava hep. Sekiz ayın okul zamanına gelmesi hasebiyle gün leb demeden önce biter, biz leblebiyi ertesi gün yutardık yazılılarda hap niyetine. O sınıf halleri, "pazartesi sendromu" diye anılmak yerine o zamanların yeni yeni popüler olan toplama bilgisayarlarının CD-ROM'una kaydedilmeliydi pazartesileri. "Dosya Adı: Pazartesi Sidiromu"
     Sahi ya, doksanların her pazarı niye öyle olurdu? Akşam yemeğiyle cem edilmiş öğle yemeği kokardı tüm öğleden sonraları. O zamanlar Yüksek Sadakat yoktu tabii, dolayısıyla daha yağmur başlamadan melankolikleşmeye meyilli olan bünye "Dışarda yağmur / İçimde yağmur" diyen parçayı tutturamazdı zihnine.
     Çocukluğumun mandalina kokulu Pazartesi Pazarları, elleri, o ellerle tutulan kalemleri ve sonuçta mandalina kokan ödevleri. İş size kalırdı yine, keratalar. Ya da durun, size iş yıkan benim; kerata(lar) ben(d)im. "Ödev: Sosyal Bilgiler - On Soru / Özet"
     Kaç harita metot not defteri bıktı acaba bu replikten, kaçı geri dönüştürüldü, kaçı üç ay sonra doğaya karıştı? Plastik olanlar cidden takribi dört yüz elli - altı yüz elli yıl boyunca sıkılmadan direndi mi ayrışmamak için?
     Neyse, durayım. Bugün sorusuz bir günüm geçsin. O zaman soruna da malzeme çıkarmam belki. (Suç hep o on soruların ama.) Hazır kışı sevmişken, sadece yazmak için dizüstü bilgisayar kapağı kaldıranlardan olmuşken; durayım şimdi, bozmayayım, hah böyle iyi; çekeyim.
     Hava bugün ne güzel de bozdu öyle, şimdi burada tarih de yazacak ve kasım bir kez daha ekstra bir anlam yüklenecek güzel olan bilimum sonbaharlığına ek olarak. (Tamam haydi, bağırmayın; aşklarını da dahil edeyim.)
     Aa, birden sonbaharı da sevmiş gibi davrandım.
     Yani, sonbaharı da yaz kadar sevmiş gibi oldum.
     Normal şartlarda (NŞA), bugün pazar olsa ve ben pazardan dönmüş olsam "dooooğru banyoya" girmem gerekirdi yazın sokakta oynayıp çamura bulanmış bir vaziyette çıkagelmişim muamelesi görerek. Neyse, zaten birinin söylemesine de gerek yok, yerde evin inşaatından kalma kurumuş çimento lekesi görsem onu toz zannedip o tozu da kendimin düşürdüğünü farz ederek ellerimi yıkayacak kadar titizim artık.
     Şimdi bazı hayâlbâz şeylerle uğraşıyorum çokçası; inanır mısın anne, düşünmekten defter kaplayacak mecâlim dahi olmuyor bazen. Aklımda, izanlıca dürüp koymam gerekenler var çünkü, kaplayayım ki iki durup bir sırıtmasınlar kilerden pişkin pişkin.
     Hazır kışı da "yazı sevdiğim kadar sevmişken" birkaç yol açayım kendime beynelmilel. Öyle kapsasın her şeyi ve empati kurabilsin ki her şeyle açık kapı kalmasın cereyan yapacak yüreğime. Sonra mazallah, daha kendiminkini iyileştirememişken bir de onun kafası üşü(t)mesin; banyo da yaptı zaten. Gerçi belki de zaten olağandışı kapsıyor, ne dersin? Ha, hı, evet; doğru diyorum demek. Bırakayım bir, gerisi gelsin. Tamam biliyorum, "akışına bırak"malıyım ana kraliçe.
     İyi öyleyse.
     Ziyade olsun.
     O zaman şöyle:
     "Dooooğru doğruya!"
     olsun.

16 Kasım 2013 Cumartesi

Aheste Yelkenler ve Kahverengi Doğum Günleri

          Benim doğum günlerim hep kahverengi. Yıllar sonra ilk yaş günündeki kırmızı çoraplı halini görüp "Anne bunlar tayt mı yoksa cidden böyle tombik miymişim?" diye soran akıllı tam yirmi üç doğum günü geçirmiş. Yirmi üç 16 Kasım, yirmi üç ağlamaklı sevinç, yirmi üç kahkahaya gark oluş... 


     




     Doğum günlerim hep kahverengi benim, çünkü sonbahar. Zat-ı âlisinin arz-ı endâmını idrak edemeyecek kadar ufak bir "Fırat kafalı"yken yazın doğmadığı için hayıflanan, daha sonra, yazınki doğum günlerinin "güme gittiğini" fark edince sınıfın en küçüğü olma ve soğukta doğma dezavantajlarını bertaraf edebilmiş bir çorba akıllı "Ne ka komik kız la.".
     Komik olmayı, komik diye bilinmeyi hep sevdim ben. Gülmeyi değil, güldürebilmeyi seçtim istemeden. Bilmem, gülmüşümdür de. Doğru doğru, meşhur "yarılmalarım" vardır hatta benim. Ağlamışımdır da hem, ne bileyim. Belki çok yersiz, belki annemi hep sulugöz olmakla itham edip büyüyüp yaş aldıkça hamurca ve suyca ona benzediğimden. Uzun yüzüm yuvarlanacak belki biraz daha yaş alınca, bilmiyorum ki ben. Neyse(m) ne işte. 
     Merhaba, ben Hande. Bugün doğum günüm, bazılarınızın ikinizin, üçünüzün, dördünüzün yirmi üç senedir bıkmadığı, birinizin on üç yıldır hatırladığı, bir kısmınızın birinci sınıftaki fiyonklu etekli mavi önlüğüyle, birazınızın da şiş örgü okul yeleğiyle yaşıt. Neyse(niz) o. Birazcığınızla ardalanarak seri yapan, bir başka grupla Güney ve Kuzey Yarım Küre gün dönümleri gibi aksi birbirinin. Önemli değil, yalnızca bir gün; sadece günlerden biri. Biri kutlamasa üzülmeyeceğim, herhangi bir alışveriş sitesi e-posta ile kutladığında da abartılar eşliğinde havalara uçabileceğim...


   



     İşte öyle bir yelken günü geldi aklıma. Dingin bir gündü, yelkenliler denizi işgal etmişçesine yarışıyordu olabildiğine aheste. Can annem vardı, bendenizle. Bir illetten kurtulmaya çalıştığım günlerden biri, belki yine belki ilk. Neyse ne. Annem vardı. 
     Bir oteldeyiz bir gün. Babam havuza atlayışımı takdir ettiydi. Ben de ufak bir kız çocuğuyum ya klasik, havalara uçarak atladıydım mavi gibi görünüp hepimizi yıllarca kandıran saydam sulara. 
     Parktayım küçüklüklerden bir küçüklük. Dedem var, evde anneannem. Terlediğim için tuzlu ayran yapıyor biri evde, biri salıncaktan düşerim diye tetikte. Hayat bana ve bize güzel. 
     Hayat bana ve bize her zaman güzel olasın, e mi? 
     Bir kez daha, bir dost daha. 
     Artık kahverengiyi seviyorum, sonbahara alıştığım gibi.
     Ve bugün kahverengi bir cumartesi. 
     Ve iyi ki varsınız, varız.
     Artık sınıfın en büyüğüyüm hem.
     Eh.
     Hadi kahverengi olalım.