26 Kasım 2016 Cumartesi

Hayatımın "En"i: Anne of Green Gables (by L.M. Montgomery, Isao Takahata)

     Bu sabah Fidel Castro'nun ölüm haberini duyduğumda istemsizce;

          y con Fidel te decimos
          "¡Hasta siempre, Comandante!"

          Aquí se queda la clara,
          la entranable transparencia,
          de tu querida presencia
          Comandante Che Guevara.*

     dizelerini söylemeye başladım içimden. Evet, ezbere biliyorum. Çünkü ben Ernesto ve Fidel'i bu CD'lerle öğrenmiştim, henüz CD'nin dahi lüks olduğu zamanlarda. Yine, bir önceki blog yazısında bahsettiğim annemsel şeylerle ilgili bu durum. 
     Kendisinin hemen her şeye, iflah olmaz ilgisinden dolayı evde bulup sahiplendiğim ögelerden bir kısmı da tematik olarak hazırlanmış CD'lerdi bir zamanlar. Beşli ya da altılı bir şekilde, kartonetleri sapasağlam hazırlanmış bir diziydi bu. (YKY olabilir, çok küçüktüm ilk bulduğumda; şimdi hatırlayamıyorum.) Üç temayı hatırlıyorum ama en çok ikisini dinlerdim: Biri Eva Perón ("Evita"**  idi tabii adı direkt) kartoneti, diğeri de Che Guevara. Ansiklopedi gibi hazırlanmış bu CD'lerin kaplarında temayı oluşturan isimle ilgili bilgiler bulunmaktaydı, CD'de ise ilgili şarkılar. Evita'da, Madonna'dan Don't Cry for Me Argentina'yı çok dinlediğimi hatırlıyorum, bir de icra edeni unuttuğum Buenos Aires şarkısını. Che CD'sinde ise meşhur Hasta Siempre vardı bittabii. Fakat bu versiyon meşhur Natalie Cordone ya da Soledad Bravo yorumu değildi, kimin söylediğini ve o yorumu bulabilirsem güncellerim. Bana kalırsa çok daha güzeldi bunlardan, çok daha "Latin"di. Her neyse. Her ne kadar kendisini Fransızcaya satmış gibi görünsem de, İspanyolcayı kendimi bildim bileli çok sevmemden ötürü kartonetteki sözleri dinlerken okuyarak, daha sonra da okunuşlara aşina olup dinleye dinleye ezberlemiştim. Zaten sürekli yabancı şarkı sözü ve kitap cümleleri ezberleyen bir çocuktum. Anaokulunda kızların ısrarla Arı Maya'nın jeneriğini söylettiklerini hatırlıyorum, tabii bunlar duyduğuma göre uydurduğum, beş buçuk yaş atmasyonlarından ibaretti. İzleyip dinlediğim şeylerin açılış ve kapanış kısımlarını hiç kaçırmazdım, aşırı ayrıntıcılık o zamandan belliymiş demek ki. Hâlâ, sinemada olsun evde olsun bir film izlerken biterken akan yapım ekibini sonuna kadar okumaya çalışırım genelde. Evet, "Bu şarkı X filminin kapanışında çalan şarkıydığ!" diyen arkadaş benim. Bir de evde, mesela güncel sayılabilecek konuları ele alan belgeseller hakkında "Eski mi bu yeni mi acaba?" tartışmalarına "Ohoo üç yıl öncesinden kalma bu."yu yapıştıran çocuk. Araba markası ezberlediğim o karanlık döneme girmiyorum bile. 

     Uzattım zira asıl konum bu değil. Çizgi filmci bir çocuk olmam hasebiyle arada, sevdiğim çizgi filmlerin "theme song" denen jeneriklerini dinlerim hâlâ. Bugün de Remi'ninkini dinlemek istedim. Belki çok bilinmez, damar damar üstüne çizgi filmlerden biriydi; gider hep böyle şeyler bulurdum. Annesini kaybedince sirke katılmış bir çocuğun dramını anlatıyordu, "Nobody's Boy: Remi" zaten tam ismi. Yeri gelirse ondan da bahsederiz. İşte, YouTube'da bu jeneriği dinlerken altında şu başlıklı bir başka video gördüm: "Anna dai capelli rossi Sigla integrale 1980". Video kapağında da arkası dönük kızıl saçlı bir kız çocuğu görünüyordu. Anna? Anne? ANNE! Evet, evvet; bu benim Anne'imdi! 

     

     Yıllardır, gerçekten arada esince birkaç yıldır, videosunu arayıp bir türlü bulamadığım; hayatımda en çok iz bırakan çizgi filmlerden biri, belki de en çok iz bırakanı olan bir yapımdı bu. Bilumum anahtar kelimelerle aratmıştım şimdiye dek: anne, anne the cartoon, anne çizgi film, anne grandma and grandpa... Yok, çıkmıyordu. Ya ben hayatımın bu çizgi dizi ile geçen kısmında hayâl görmüştüm ya da cidden kimse bilmiyordu bunu. Bir alt başlığı vardı ama bir türlü hatırlayamıyordum. Biliyordum, Google "anne grandma grandpa"dan nereye gelsindi ama olsundu, bir video kapağı falan görüp atlamalıydım. Şimdi ise bizim Remi'yi açınca önerilen video olarak çıkmıştı! Oysa ben daha önce de kaç kez açmıştım Remi'yi ki. Fakat bu kez YouTube'da bir "İtalyan bölgesi"ne dadanmışım galiba. Sağ olsunlar, ablalar abiler birçok jenerik yükleyip efsane bir amme hizmeti yapmışlar. Yüklenen videoların düzgün başlıklı ve açıklayıcı olmasına da önem veren biri için bu yazıdaki Anne videosunu yükleyen kullanıcı da iyi ve verimli bir kullanıcı oluyordu böylece. Kendisine buradan teşekkür etmek istiyorum. Acayip belissimo hareket hocam. 

     Fakat çizgi film hiç de İtalyan çizgi filmi falan değildi diye hatırlıyordum. Bir kere Anne'di isim kesinlikle. Yine de bu isimle arattım ve karşıma "Anne of Green Gables" çıkmasın mı! Meğer bizim Anne, Lucy Maud Montgomery -hasta olduğum soyadlarından biri- Anne of Green Gables (Türkçeye "Yeşilin Kızı Anne" olarak çevrilmiş) romanından uyarlamaymış. Yani o hatırlayamadığım alt başlık kısmı, aslında alt başlık falan değil, ismin devamıymış.
    Videoyu açınca burnuma olanca hızıyla çocukluğum kokuverdi. (Zaten öncesinde Heidi, Sailor Moon ve Remi izlemişim vicdansızlar!) Bu çizgi film benim için çok önemliydi -ve önemli- çünkü küçük Anne, aslında hem bendi hem de olmak istediğim ben. Hikâye kabaca şu: 

     Birlikte yaşayan ve evli olmayan orta yaş üzeri bir abi-kız kardeş, yetimhaneden bir erkek çocuk evlâtlık edinmek isterler. Fakat yetimhane, işlemleri bir kız çocuk üzerinden yapar ve Anne Shirley bu kardeşlere evlâtlık olarak verilir. Matthew Cuthbert, Anne'i almaya gidince ona hemen kanı kaynasa da kardeşi Marilla, biraz aksi bir kadındır ve istedikleri erkek çocuk bir de kız çıkınca ters davranır kıza uzun müddet. Anne ise konuşkan ve çok sıcakkanlı bir kız olduğundan bu onu çok üzer. Ayrıntıya girmiyorum, neticede Marilla da Anne'i çok sever ve mutlu mutlu yaşarlar. Olaylar da genelde Green Gables'taki çiftlikte geçmektedir, Heidivâri bir ortam düşünün. İnanılmaz güzel. 

     Tabii ki, benim yıllar önce izlediğim ve bulamadıkça artık neredeyse hayâl görmüş olduğumu düşünecek raddeye geldiğim bir çizgi filmdeki soyadları falan bu kadar net hatırlamam pek mümkün olmadı. Bu çift benim için Anne'in anneannesi ve dedesiydi. (Böylece neden "anne grandma grandpa" kullanarak arama yaptığımı anlamış oluyoruz.) Ben de anneannem ve dedemle yaşıyordum, benim anneannem aksi falan da değildi çok şükür, en iyi arkadaşımdı. Ama yine de genel çerçeve Anne'in ben olması için yeter de artardı. Çok şükür, benim annem babam vardı ama sabah erken gittikleri, akşam geç geldikleri için göremediğim zamanlar dahi oluyordu birkaç gün. İşin ilginç yanı Anne'i annemle, kardeşim doğmadan önce doğum iznine ayrıldığında keşfetmiştik. Şimdi bulduğumu öğrenince o da çok sevinecek muhtemelen. 

     Peki Anne aynı zamanda neden "olmak istediğim ben"di? Bir kere çok tatlı elbiseleri vardı, balıkçı yaka, uzun kollu, düz kesim etekli. Kıpkızıl örgülü saçları vardı, sürekli çiçeklerle iç içeydi, mutluluğuna Marilla'nın ilk baştaki aksilikleriyle hep ket vuruluyor gibiydi ama o hiç vazgeçmiyordu. (Ağaçtan elma topladıkları bir sahne vardı mesela, videoda var; işi gücü Marilla'yı gözetmekti orada, çocuklar kaç göz gözetir ya, öyle.) Hanım hanımcıktı mesela ve ben aşırı duygusal bir çocuk olmama rağmen öyle elbiseyle kırda mırda koşturan bir çocuk olmamıştım. Elbiseyle kırda koşturulur mu?! Anca, dedem beni ırmağa bağlanan dereye eğilmiş, garajdan aşırdığım paslı teneke kovaya toprakla "yemek yapmalık" su doldurmaya çalışırken yakalamıştı ya da kaydıraktan elbiseyle yüzükoyun kayacağım diye göğsümü tak diye zemine çarpınca öleyazmıştım falan. Bir de şimdi unuttuğum bir şeyi görüyorum ki Anne'in kedisi, hatta yavrulayan bir kedisi varmış! Çok sevdiğim tüm çizgi filmlerin hep hayvanlı, özellikle de kedili olduğunu fark ediyorum. Hikâyeye çevrede dahil olan figüran hayvanlar değil, bizzat karakter olan hayvanlardan bahsediyorum. O zamanlar evimizde kedimiz olmasa da zamanında kuş ve çokça balık geçmişim olabilmişti bari. Bir de halamın köpekleri ve sokaktaki herkes. Anlıyorum ki, çocuk gelişiminde cidden çok çok önemliymiş her hayvan. 

     "Nerede pek bilinmeyen yapım, orada ben." temasını anlatmaya dönen bu yazıda, mutluluğumu şu anda mevcut olduğu kadar gösterememişimdir belki. Anne'in odasındaki ekose battaniyesinden tutun sürgülü penceresine kadar her şey çok sıcak geliyordu bana. Anneannemlerdeki, tahtakurularının yer döşemelerini kemirme sesleri arasında daldığım uykular geliyordur belki aklıma. Anneannemin Marilla ile uzaktan yakından alâkası olmamasına rağmen bu aksi gibi duran kadının daha sonra Anne'i çok çok sevmesi ve kendisinin bir tontişe dönüşmesi durumu kurtarıyordu. Matthew ise tam dedemdi zaten: Anne de Anne! 

 


     Videodan ekran görüntüsü alıp birçok kolaj yaptım. "Me in a nutshell" tarzında paylaşmak istiyorum, belki bir müddet bir yerlerde profil-kapak vs. fotoğrafı bile yapabilirim bunlardan. Neticede, bağdaştırmaya meyilli insan kendini bir şeylerle.

     Fidel'den, Che'den buraya geldim. Yine anne ögelerinin ekmeğini yedim, doydum; elhamdülillah. Sofrayı da kuran kaldırsın madem. Tatlı olarak içinde başka videolar barındıran Türkçe YouTube miksini  de bırakayım. (Jenerik buradakiydi yani ülkemizde yayınlanan versiyonda.)
      
     *: Carlos Puebla.
     **: Size rüyamda Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüs'te Eva Perón heykeli olan bir rüya gördüğümden bahsetmiş miydim? Evet, etmişim. Tık


     Not 1: Anne'in uyarlaması tabii ki Japon yapımı, 1979. Remi de öyle, 1977. Ya ne olacağıdı?
     Not 2: Çizgi filmin mizanseni Miyazaki'denmiş. Öhöm. 
     Not 3: Hem İtalyanca hem de Japonca adında ("Akage no An" imiş) çevirinin "Kırmızı Saçlı Anne" şeklinde yapıldığını görüyoruz. Biz ise aslına riayet ederek çevirmişiz, vuhu!
SaveSave

6 Temmuz 2016 Çarşamba

Çocukluğumun Hiçbiri Çocuk Kitabı Olmayan Üç Kitabı (a.k.a. For Whom the Book Tolls)

                                                         Mirkelam - Hatıralar 

     Bayram bayram aklıma, hatırladıkça gülümseten ve aynı anda “Yalnız olaya gel.” dedirten üç hatıra geldi. Üç hatıra ama ortak noktaları bol: Baş karakterleri annemin kitapları. Buraya derli toplu yazayım ki sonrasında, düşünmek yerine biraz daha tembelleşip buradan açıp okuyayım. 
İlk ikisinin kronolojisini tam olarak kestiremiyorum ama büyük ihtimalle öncelikle şuraya değinmem gerekiyor: 

     Altıncı sınıfa -ben hâlâ orta bir demeyi sevsem de şu anda bu sıralama karışıp düzen bozulduğu için altı diyeyim- kadar halamlarla aynı binada oturduk. Beş katlı bir apartmanın en üst katında oturmak, annesi babası çalışan ve hayatını anneannesi ve dedesiyle geçiren bir çocuk için, akşam geç vakitlerde uykulu bir şekilde merdiven -asansör yok tabii ki- çilesi çekme açısından kötü görünse de sol köşedeki park manzarası, efil efil esen L köşesi ve sıcak yaz gecelerinde balkonda yatma seansları açısından oldukça da keyifliydi. Ayrıca mesela halamlar aşağıda olduğundan, hafazanallah, bir ev kazası durumunda “Halaaa, ev yanıyooor!” gibi ortalığı velveleye vermelere imkan tanıyan, hem balkondan hem de oturma odasından bu balkona çıkış bulunması durumu vardı. (Tamam abartmayalım, çekingenin daniskası bir çocuk olarak bunu gerçekten sadece bir kez can havliyle yaptım.)



     Yine bir yaz günü balkonda otururken canım sıkılmış olacak ki -zira evcilikten hiç hoşlanmayıp oyuncak tamirat malzemeleri takımıyla oynayan, kalabalık çocuk gruplarında bunalıp eve gelerek orayı burayı karıştıran bir çocuktum (matah değil)- annemin kitaplarından birini seçip okumaya başladım çünkü hanımefendiyi -ebeveyn kızgınlığı tonu ile okunacak- bu bomboş günlerde kendi kitapları da kesmiyordu galiba. Elime geçen kitap, Paolo Coelho’nun Piedra Irmağı’nın Kıyısında Oturdum Ağladım’ıydı. Yaşım ise sekiz falan muhtemelen.


"Ay evet buu!"
Kaynak: http://www.kitap-ozet.net
     Şimdi hatırladığım, kitabın ultra-melankolik ve romantik baş kahramanından çok, anlatı mekanı ve kapak görseli. Bu kitabın ne zaman konusu açılsa beni gülümsetiyor oluşu, daha önce ya da sonra yaşadığım bir anla bağlantı kurmuş olmamla ilgili sanırım. Can Yayınları’nın kapak görselinde nilüferlerle dolu bir göletin kenarına uzanmış narin bir kadın portresi vardı. İçinde de zaten, hep böyle loş, nemli, yosunlu, bulanık bir ortam tasvir ediliyordu. Burayı; kitabı okumadan önce ya da okuduktan sonra Yivli Minare civarlarında ailecek dolaşırken gördüğüm bir uçurumvari mekana benzetmiştim. Deniz, falezlerden içeri bir koy oluşturmuş gibiydi ve burası muhtemelen günün her saatinde gölgede kaldığından oldukça rutubetli ve elbette nilüferli bir minik gölcük gibiydi. Trabzanlara dayanarak burayı izlemiştim. (Böyle bir yer gerçekten vardı ya, var mı? Allah'ım inşallah lucid dream falan görmemişimdir çocukluğumun baharında.) Dolayısıyla kendimi bu anda ya kitaptaki kadına ya da kitaptaki kadını o andaki kendime benzetiyordum. Piedra Irmağı’nın kıyısında değildik belki kardeş ama Muratpaşa’nın yakıcılığında nilüfer romantizmi yapmak da sekiz yaşında bir çocuk için oldukça Victor Hugo’ydu yani. Cedric, romantizmde halt etmişti yanımda. 



     İşte tam, bu evimizi taşıdığımız zamanlara tekabül eden bir vakitte, anneannemle dedemin Memurevleri’ndeki görev zamanlarında oturdukları apartmandan bize kalan daireyi dayayıp döşemiş, arada hafta sonları gidip Antalya Merkez’de kalmaya başlamıştık zira o dönemlerde ilçeler henüz çok gelişmediğinden sinema, alışveriş gibi ihtiyaçlar için çoluk çocuk toplanılıp ara sıra Merkez’e gidilirdi. 

     İlk etapta annem, evin dekorasyonuna katkıda bulunsun, muhtemelen ev boş görünmesin diye sehpa üstü dekoru olarak birkaç kitap getirmişti oraya. Allah biliyor ya, o evi hiç sevememiştim ve acayip sıkılıyordum. Evin ambiyansında beni içten içe sıkan bir şeyler vardı. Büyük ihtimalle bir cumartesi kös kös otururken gözüme sehpada duran üç kitap ilişti ve aralarından birini gözüme kestirerek okumaya başladım: Kadının Adı Yok (Duygu Asena). Anneme olayı hemen her anlatırken “Acaba babama kızdığın hangi vakit bir hışım gidip aldıydın bu kitabı?” diye takıldığım bu kitabı da o gün bitirdim sanırım. Birçok kadın hatırlıyorum; ana kadınlar, yan kadınlar. Dolayısıyla 10–11 yaşlarındayken yalnız bir ana olaya odaklanmakla yırtabilecekken hemen hepsi kötü biten ya da en iyi ihtimalle kötü ilerleyen birçok ana olayla baş etmek durumunda kalmıştım galiba.

Bizdeki bu baskı değildi, onun görselini bulamadım.
Kaynak: pembevosvosum.blogspot.com

     Yıllar sonra derslerden birinde “feminist history” ile ilgili bir mevzudan bahsederken hoca spesifik bir konu hakkında “Bu hususta Türkiye’de yapılmış ilk çalışmalardan biri de Duygu Asena’ya aittir, nedir o çalışmanın adı?” dediğinde ilkokul bilgilerime dayanarak “Kadının Adı Yok!" demişliğim vardır. Tabii ki bu kitabı birçoğumuz biliyoruz ve birçok kişi okudu. Burada asıl vurgu benim bu kitapla tanıştığım zaman dilimi ve o zamandan beri bir şeyleri kafamda bağdaştırmış ve doğru konsepte oturtmuş olmam: “Hmm, annem babama kızdığında almıştır bunu kesin. Ee Çocuklar Duymasın Havuç da Duygu’ya paso “feminiz” diyo. Demek kiii…”

     Tabii bazı kafalar “Oğlum bu başörtülü kız bu kitabı nerden biliyor lol.” der gibi bakmış olabilir. Gönül isterdi ki “Cnm yalnız ben o kitabı 11 yaşında okudum :):))” diyeyim. Şaka tabii. 







     Söz konusu üçüncü kitabı da yine altıncı sınıfta okumuştum. (Bu dönemde nasıl bir yükleme yapmışım kendime?) Bu kez dönem içindeydik. Misafir odasındaki çoğu 60–70 basımı olan ama hala tertemiz ve yıpranmamış olan kitaplara yöneldim. Bunlar annemin 2002 yılında vefat eden eniştesinin -hem annemle dayım hem de kendi çocukları üzerinde entelektüel açıdan çok emeği vardır, biz de çok severdik, Allah rahmet eylesin- bizlere miras kalan kitaplarıydı ve tabii ki annemin kitapları olarak biliniyordu. Sürgülü kapağı açıp Anaların, Savaş ve Barışların, Çanlar Kimin İçin Çalıyorların, Yüzbaşının Kızı’nın falan arasından tek bir kitap seçtim: Bitmeyen Kavga (John Steinbeck)





     Bu kitabı en çok mutfak masasında okuduğumu hatırlıyorum. Saman kitap kağıtlı, Courier fontlu ve eski ve mis kokuluydu. Bu kitabın diğerlerinden farkı vardı ve var: Her şeyiyle, her satırıyla çok sevmiştim bu kitabı. Beni hem okuma esnasında çok etkilemiş hem de okuduktan sonra, hani o arka kapağı kapattığınız hüzün anı var ya, işte o anı yaşatmıştı bana. Hâlâ da severim çok. İçine not bile almıştım sanırım, ki kağıdı daha sonra kitap tekrar elime geçtiğinde içinde bıraktığımı hatırlıyorum. Onu ayraç olarak kullanmıştım, tırtıllı bir not kağıdıydı.






     Bunları bu kadar uzun uzadıya neden anlattım? Dedim ya, dönüp kendim okuyacağım önce. Şaka şaka. Hem o, hem de bence biraz komik, biraz manidar, biraz da hüzünlü. Komik çünkü sen 8–11 yaş arasında okunabilecek kitapları beğenmeyen bir çocuk var ortada, artiz ne arar la bazarda. Manidar zira özellikle ikinci kitabı okumam bende geri döndürülemez hasarlara da neden olabilirdi, ibret alalım, babalara kızmayalım. Biraz hüzünlü çünkü her ne kadar anneanne ve dede delisi bir çocuk olsam da hayatı boyunca hep anne özlemiyle yaşamış, annesi yaz-kış kıyafet değişimi yaparken bile ortada valiz görsem “Anne yine mi eğitime gidiyorsun?” diye kalbi güp güp etmiş de bir çocuktum.

     Ama, her şeye rağmen şimdi keşke olsak dediğimiz bir çocuktum. Ve bunların hepsi bana “o”luğumu hatırlatıyor.

     Gidip biraz Bugs Bunny izleyip onun gibi havuç yemeye çalışayım. (Vizelere çalıştı ya da miskinlik yaptı.)



SaveSaveSaveSave