6 Temmuz 2016 Çarşamba

Çocukluğumun Hiçbiri Çocuk Kitabı Olmayan Üç Kitabı (a.k.a. For Whom the Book Tolls)

                                                         Mirkelam - Hatıralar 

     Bayram bayram aklıma, hatırladıkça gülümseten ve aynı anda “Yalnız olaya gel.” dedirten üç hatıra geldi. Üç hatıra ama ortak noktaları bol: Baş karakterleri annemin kitapları. Buraya derli toplu yazayım ki sonrasında, düşünmek yerine biraz daha tembelleşip buradan açıp okuyayım. 
İlk ikisinin kronolojisini tam olarak kestiremiyorum ama büyük ihtimalle öncelikle şuraya değinmem gerekiyor: 

     Altıncı sınıfa -ben hâlâ orta bir demeyi sevsem de şu anda bu sıralama karışıp düzen bozulduğu için altı diyeyim- kadar halamlarla aynı binada oturduk. Beş katlı bir apartmanın en üst katında oturmak, annesi babası çalışan ve hayatını anneannesi ve dedesiyle geçiren bir çocuk için, akşam geç vakitlerde uykulu bir şekilde merdiven -asansör yok tabii ki- çilesi çekme açısından kötü görünse de sol köşedeki park manzarası, efil efil esen L köşesi ve sıcak yaz gecelerinde balkonda yatma seansları açısından oldukça da keyifliydi. Ayrıca mesela halamlar aşağıda olduğundan, hafazanallah, bir ev kazası durumunda “Halaaa, ev yanıyooor!” gibi ortalığı velveleye vermelere imkan tanıyan, hem balkondan hem de oturma odasından bu balkona çıkış bulunması durumu vardı. (Tamam abartmayalım, çekingenin daniskası bir çocuk olarak bunu gerçekten sadece bir kez can havliyle yaptım.)



     Yine bir yaz günü balkonda otururken canım sıkılmış olacak ki -zira evcilikten hiç hoşlanmayıp oyuncak tamirat malzemeleri takımıyla oynayan, kalabalık çocuk gruplarında bunalıp eve gelerek orayı burayı karıştıran bir çocuktum (matah değil)- annemin kitaplarından birini seçip okumaya başladım çünkü hanımefendiyi -ebeveyn kızgınlığı tonu ile okunacak- bu bomboş günlerde kendi kitapları da kesmiyordu galiba. Elime geçen kitap, Paolo Coelho’nun Piedra Irmağı’nın Kıyısında Oturdum Ağladım’ıydı. Yaşım ise sekiz falan muhtemelen.


"Ay evet buu!"
Kaynak: http://www.kitap-ozet.net
     Şimdi hatırladığım, kitabın ultra-melankolik ve romantik baş kahramanından çok, anlatı mekanı ve kapak görseli. Bu kitabın ne zaman konusu açılsa beni gülümsetiyor oluşu, daha önce ya da sonra yaşadığım bir anla bağlantı kurmuş olmamla ilgili sanırım. Can Yayınları’nın kapak görselinde nilüferlerle dolu bir göletin kenarına uzanmış narin bir kadın portresi vardı. İçinde de zaten, hep böyle loş, nemli, yosunlu, bulanık bir ortam tasvir ediliyordu. Burayı; kitabı okumadan önce ya da okuduktan sonra Yivli Minare civarlarında ailecek dolaşırken gördüğüm bir uçurumvari mekana benzetmiştim. Deniz, falezlerden içeri bir koy oluşturmuş gibiydi ve burası muhtemelen günün her saatinde gölgede kaldığından oldukça rutubetli ve elbette nilüferli bir minik gölcük gibiydi. Trabzanlara dayanarak burayı izlemiştim. (Böyle bir yer gerçekten vardı ya, var mı? Allah'ım inşallah lucid dream falan görmemişimdir çocukluğumun baharında.) Dolayısıyla kendimi bu anda ya kitaptaki kadına ya da kitaptaki kadını o andaki kendime benzetiyordum. Piedra Irmağı’nın kıyısında değildik belki kardeş ama Muratpaşa’nın yakıcılığında nilüfer romantizmi yapmak da sekiz yaşında bir çocuk için oldukça Victor Hugo’ydu yani. Cedric, romantizmde halt etmişti yanımda. 



     İşte tam, bu evimizi taşıdığımız zamanlara tekabül eden bir vakitte, anneannemle dedemin Memurevleri’ndeki görev zamanlarında oturdukları apartmandan bize kalan daireyi dayayıp döşemiş, arada hafta sonları gidip Antalya Merkez’de kalmaya başlamıştık zira o dönemlerde ilçeler henüz çok gelişmediğinden sinema, alışveriş gibi ihtiyaçlar için çoluk çocuk toplanılıp ara sıra Merkez’e gidilirdi. 

     İlk etapta annem, evin dekorasyonuna katkıda bulunsun, muhtemelen ev boş görünmesin diye sehpa üstü dekoru olarak birkaç kitap getirmişti oraya. Allah biliyor ya, o evi hiç sevememiştim ve acayip sıkılıyordum. Evin ambiyansında beni içten içe sıkan bir şeyler vardı. Büyük ihtimalle bir cumartesi kös kös otururken gözüme sehpada duran üç kitap ilişti ve aralarından birini gözüme kestirerek okumaya başladım: Kadının Adı Yok (Duygu Asena). Anneme olayı hemen her anlatırken “Acaba babama kızdığın hangi vakit bir hışım gidip aldıydın bu kitabı?” diye takıldığım bu kitabı da o gün bitirdim sanırım. Birçok kadın hatırlıyorum; ana kadınlar, yan kadınlar. Dolayısıyla 10–11 yaşlarındayken yalnız bir ana olaya odaklanmakla yırtabilecekken hemen hepsi kötü biten ya da en iyi ihtimalle kötü ilerleyen birçok ana olayla baş etmek durumunda kalmıştım galiba.

Bizdeki bu baskı değildi, onun görselini bulamadım.
Kaynak: pembevosvosum.blogspot.com

     Yıllar sonra derslerden birinde “feminist history” ile ilgili bir mevzudan bahsederken hoca spesifik bir konu hakkında “Bu hususta Türkiye’de yapılmış ilk çalışmalardan biri de Duygu Asena’ya aittir, nedir o çalışmanın adı?” dediğinde ilkokul bilgilerime dayanarak “Kadının Adı Yok!" demişliğim vardır. Tabii ki bu kitabı birçoğumuz biliyoruz ve birçok kişi okudu. Burada asıl vurgu benim bu kitapla tanıştığım zaman dilimi ve o zamandan beri bir şeyleri kafamda bağdaştırmış ve doğru konsepte oturtmuş olmam: “Hmm, annem babama kızdığında almıştır bunu kesin. Ee Çocuklar Duymasın Havuç da Duygu’ya paso “feminiz” diyo. Demek kiii…”

     Tabii bazı kafalar “Oğlum bu başörtülü kız bu kitabı nerden biliyor lol.” der gibi bakmış olabilir. Gönül isterdi ki “Cnm yalnız ben o kitabı 11 yaşında okudum :):))” diyeyim. Şaka tabii. 







     Söz konusu üçüncü kitabı da yine altıncı sınıfta okumuştum. (Bu dönemde nasıl bir yükleme yapmışım kendime?) Bu kez dönem içindeydik. Misafir odasındaki çoğu 60–70 basımı olan ama hala tertemiz ve yıpranmamış olan kitaplara yöneldim. Bunlar annemin 2002 yılında vefat eden eniştesinin -hem annemle dayım hem de kendi çocukları üzerinde entelektüel açıdan çok emeği vardır, biz de çok severdik, Allah rahmet eylesin- bizlere miras kalan kitaplarıydı ve tabii ki annemin kitapları olarak biliniyordu. Sürgülü kapağı açıp Anaların, Savaş ve Barışların, Çanlar Kimin İçin Çalıyorların, Yüzbaşının Kızı’nın falan arasından tek bir kitap seçtim: Bitmeyen Kavga (John Steinbeck)





     Bu kitabı en çok mutfak masasında okuduğumu hatırlıyorum. Saman kitap kağıtlı, Courier fontlu ve eski ve mis kokuluydu. Bu kitabın diğerlerinden farkı vardı ve var: Her şeyiyle, her satırıyla çok sevmiştim bu kitabı. Beni hem okuma esnasında çok etkilemiş hem de okuduktan sonra, hani o arka kapağı kapattığınız hüzün anı var ya, işte o anı yaşatmıştı bana. Hâlâ da severim çok. İçine not bile almıştım sanırım, ki kağıdı daha sonra kitap tekrar elime geçtiğinde içinde bıraktığımı hatırlıyorum. Onu ayraç olarak kullanmıştım, tırtıllı bir not kağıdıydı.






     Bunları bu kadar uzun uzadıya neden anlattım? Dedim ya, dönüp kendim okuyacağım önce. Şaka şaka. Hem o, hem de bence biraz komik, biraz manidar, biraz da hüzünlü. Komik çünkü sen 8–11 yaş arasında okunabilecek kitapları beğenmeyen bir çocuk var ortada, artiz ne arar la bazarda. Manidar zira özellikle ikinci kitabı okumam bende geri döndürülemez hasarlara da neden olabilirdi, ibret alalım, babalara kızmayalım. Biraz hüzünlü çünkü her ne kadar anneanne ve dede delisi bir çocuk olsam da hayatı boyunca hep anne özlemiyle yaşamış, annesi yaz-kış kıyafet değişimi yaparken bile ortada valiz görsem “Anne yine mi eğitime gidiyorsun?” diye kalbi güp güp etmiş de bir çocuktum.

     Ama, her şeye rağmen şimdi keşke olsak dediğimiz bir çocuktum. Ve bunların hepsi bana “o”luğumu hatırlatıyor.

     Gidip biraz Bugs Bunny izleyip onun gibi havuç yemeye çalışayım. (Vizelere çalıştı ya da miskinlik yaptı.)



SaveSaveSaveSave

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder