13 Ekim 2014 Pazartesi

Kadraj Kırığı

     “Acaba hangisinin parçası bu?” diye bir beden büyükçe düşün palmiye saçlı. Yaşıtın hemen her kız çocuğundaki gibi tadımlık boğum boğum bileğinde isminin yazılı olduğu altın künyen zorlasın büklümlerini. Ensende hareler oluşturmuş, kıvırcık olmayla dalgalılık arasında çetin bir kararsızlık yaşayan, skalada sarıdan açık kestaneye doğru nizam gösteren saçların zemindeki tozları yutsun o henüz maksimum uzunluğuna erişmemiş kollarınla koltuğun altına terk edilmiş fotoğraf karesi parçasına uzanırken.
     “Onu senin değil, benim bulmam gerekmez mi?” sesi, cümle soru edatına yaklaştığınca yaklaşıyor. Artık irkilmiyorsun bile. Gayriaheste doğrulur, olabildiğince yavaş çevirirsin boynunu ve birkaç yıldır aşina olduğun aynı pabuçları görürsün zaten. Hayır, gerisini merak etmezsin; artık tiksindiğini mi yoksa hiçbir zaman umursamamış olduğu mu idrak edemediğin hurda kasketi görmek istemiyorsun.
     -Ah, tabii. Sensiz olmaz.
     Kadraj ünlüsü gülümsesin. Şimdi kesin o kasket de oynamıştır biraz yerinden gerilen yanaklar hasebiyle. Gerilen sinsi yanaklar, sinsice gerilen yanaklar… Dayanamaz olursun olabildiğine kısa hayatına alabildiğine esrar katmaya.
     -Bak, bu onun geri kalanı. Tam sol omzundaki elimden yırtılmış baksana, işaret parmağım burada duruyor. Evet, şimdi harika oldu.
     İnsan bir fotoğrafın kopmuş parçalarını biriktirip karıştırarak onların hangi büyük parçaya ait olduğunu bulmaya çalışmaktan ne anlar ki? Ya çok aptal ve boş ya da çok zeki ve ulaşılmaz. Geçmişinin hatrı sayılır masum sabıkalarına bakılırsa ikinci seçenek, yuvarlak içine alınması gereken.
     Nefret ettiğin yaz mevsiminin eylüle çalan son günlerinden biri daha bitmek üzere neyse ki, yan odanın önünde sağlam birer yalıtım materyaliymişçesine üst üste dizilmiş, kalabalığı delip geçebilen o uğursuz sesi duyduğunda. Şimdi bas bas bağıran bir leylek sürüsünce ses, uğuldayarak sana ulaşmaya çalışacak ve muhtemelen oynanan Kulaktan Kulağa’dan sonra aldığı hal “Haydi gel, gel de kardeşini gör! Hiç mi merak etmiyorsun?” olacak. Ve olasılıksızca, bir kardeş düşüncesi beş yaşında yaramazlığının ve şımarıklığının baharında olan üç tam iki yarım dişli bir erkek çocuğuna ne kadar itici gelse de olmayan köpek dişlerinin yerinde esen yelle hasıl olan boşlukları göstermekten hiç çekinmeyerek ilk kardeş nazarına vurulacak.
     …
     Ne var ki ufaklığın dupduru zihni ve istemsiz masumiyetiyle boş bakan gri gözleri griden laciverte ve lacivertten maviye dönerken de boş bakmaya devam ediyor. Eh, herkesin bir kusuru olur; o da öyle güzel gözlü olmanın cezasını çekecek.
     Hâlâ gaddar.
     Ve cânilik perçinlenmeye amadeyken duruluk, bulanıklığa teslim olmama mücadelesi vermeli.
     Öyle de olacak.
     Asırlık hipotez, kuram olma yolunda bir adım daha atacak.
     On sekiz yaşındaki tüm arkadaşlarının yaptığı gibi çizgi roman okumak gibi ebeveyn takdiri dahilindeki aktiviteleri yapmak yerine o Anne Rice’ın aynı adlıkitabındanuyarlanan –Klişeler tek kelime olsun ona göre.- “Vampirle Görüşme” filminin on sekizinci seansını yeni bitirmiş, “Güzelliği Serbest Bırakma” kitabına kaldığı yerden devam ediyor. Acelesi var, annesi her an niye böyle olduğunu hususundaki sorulara cevap arama işlemine başlayabilir.
     Kaldığı sayfadaki kitap ayracını yerinden oynattığı anda odasından gelen sesi duyuyor. Koşup bakmak yerine sesin sürekliliğini takip etmeye karar verecek. (Süreksizliğini yeğliyor.) Aşağı kata inen demode terliklerin sesleri, bir kez sendeliyor. Trabzanlar biraz sallanıyor. Odanın kapısı aşağı inen süratli gölgenin hışmından biraz daha açılıyor yan odanın kapısıyla eşzamanlıca. Neredeyse küçük bir “n” yapacak kadar kaskatı kesilmiş yatmakta. Soluksuz kalmamış fakat kalbinin çarpıntısı onu oksijensiz bırakacabilecek kadar hunhar.
     O meşhur ilk müdahaleyi annesi yapmakta. Paniğin sebep olduğu el titremesinden kurtulmaya çalışarak doktorun haftada iki kez anlattıklarını teker teker uygulamaya çalışıyor: “Önce yavaşça vücut gevşetilecek, sonra ayaklar baş hizasının biraz altında olacak şekilde yüksek bir materyalin üzerine konulacak ve böylece kan akışı düzenlenmeye çalışılacak. “
     İlgisinden çok kayıtsızlığı tercih edilen bir ağabey olarak yan gözle bakıyor içeriye mutfağa gidiyormuş gibi yaparken. Hırlıyorsa sorun yok. Mırlıyor.
     …
     -Duygudan bu kadar yoksun kalmayı nasıl başardın?
     -Başar(t)ıldım.
     Yapbozun en zor parçalarından birini yerine koyarken sol elinden daha kemikli ve daha geniş ayalı sağ eliyle kızın önüne dökülmüş bir tutam saçı kulak arkasına yapıştırırcasına yerleştiriyor. O anda Flunk’tan Cigarette Burns çalmasını ne de çok istiyor evvelki harekete senkronize olarak. Son içtiği sigara, hayatının en kirli ve zalim işini yaptığı gün paydosta içtiği Kırmızı Winston. Kemikli, nikotin benekli, kafein içerikli parmaklarında can çekişiyor. Ancak ona yakışır böyle leş kokulu bir tütün. Üzerine sinmiş, leşe karışan bir başka ağırlaşmış ölüm…
     -Tek kurtuluşu(m) terk-i diyarıydı onun. Ne o daha fazla acı çekti ne ben ne de (y)aşamasız hayatıma çok sonra dahil olan sen.
     -Kanı temiz miydi?
    -Kan dökemeyecek kadar titizim. Akıtsam da allığıyla bir labirent oluştururdum, simetrisinden. Neyse, biliyorsun zannımca; yastık falan… Kaz tüyü. Obsesifiyim.
     …
     Uzatmasızca, en mutlu anı(sı)nı “ölümsüzleştirmek” istediğinden çağırıyor çapraz dükkandaki fotoğrafçı sefilini eve. Minnacık çocuk, kardeşiyle fotoğraf istiyor; bir kare. Ölümünü ölümsüzleştiriyor, kansızca vücuda gelen “ölümlüleştirme”yle.
     …
     -Hepimiz arındık. Haydi parmağı yerine yapıştır dikkatlice.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder